8 Nisan 2012 Pazar

Gelecekbilim ve Güncellik Kitabı

İÇİNDEKİLER

2006

1. Emperyalizmin Geleceği
2. Emperyalizmin Çarşıdaki Pirinci
3. Afganistan’da NATO Çıkmazı
4. Biyonik Kol
5. Kişi Başına GSMH
6. ABD İran’a Saldıracak mı?
7. Kıbrıs’ta Ne Olacak?
8. NDP: Almanya
9. Çin Yeterince Hızlı Bilgisayarlaşacak mı?
10. Rusya-Çin Doğal Gaz Boru Hattının Geleceği
11. AB Senaryoları
12. Beyin Protezleri
13. Mir 2 Rusya’ya Gerekecek mi?
14. Çin Rezervlerini Ne Yapacak?
15. ABD Duvara Ne Zaman Toslayacak?
16. Çin Mermerlerimizi Ne Zaman Bitirecek?
17. Güney Afrika’dan Alınacak Dersler
18. Türkiye’de Botanik Genetik Manipülasyon
19. Türkiye’de Emekli Sendikaları Kurulacak mı?
20. Karaciğer Çipi Yapıldı
21. ABDNe Zaman Parçalanacak?
22. Türkiye’de Bağımlılığın Geleceği
23. Kiltronik
24. Geleceğin Yakıtı BTL
25. Atom Bombasında Sıradaki Kim?
26. ‘Star Wars Minus 2’
27. Afrika’nın Geleceği
28. ABD’de İlk Müslüman Vekil Olacak mı?
29. Dünya İşçileri Birleşecek mi?
30. Almanya’nın Değişimleri
31. Uyuşturucu Sorununun Geleceği
32. Turizmin Geleceği
33. Türkiye’de Nükleer Santralın Geleceği
34. Saddam Hüseyin Asılacak mı?
35. ABD’de Seçimlerden Sonra Neler Değişecek?
36. 3. Dünya Savaşı Çıkacak mı?
37. Çin-Hindistan Yakınlaşması
38. MİT’in 80. Yılı
39. Kuzey Irak ve Türkiye
40. Dolar Çakılacak mı?
41. Robotlara da İnsan Hakları Verilecek mi?



2007

1. Savaş Ekonomisi
2. Japonya Atağa Geçti
3. Post-Mortem İnternet
4. ‘USA vs TR’
5. Seçenek Çok mu, Yok mu?
6. Nobel Ödüllerinde CİA Parmağı
7. Çin Uydu Düşüren Füze Test Etti
8. Kaybedilen Savaş: Vietnam
9. Guantanamo ABD’ye Yarar Veriyor
10. Global Açlık
11. 2007 Kehanetleri
12. Dünyada İlk Kez Bir Halk Topyekun Yargılandı
13. AB-ABD Karşılaştırması
14. Asimov Kore’de
15. Asker ve Medya
16. Çin Uçak Gemisi Yapacak
17. İşadamı Noel Baba mı?
18. Çin’in 1980 Kuşağı
19. Reel Sektör İrreel Sektöre Karşı
20. Fransa’ya 6. Cumhuriyet Gelecek mi?
21. ‘Mortgage’ mi, Mort Geç mi?
22. Almanya’da Sosyal Devlet Anlayışı Kayboluyor
23. Türkiye’nin Yeni Helikopteri T-129
24. Yanki İronisi
25. Orta Sınıf Devrim Yapabilecek mi?
26. İkinci Sanayileşme Ölçütleri
27. AKP-ABD
28. Çin’de Borsaya Ürküten İlgi
29. AB Yerine, ABD
30. Güney Bankası
31. Parfüm Kadar Değersiz
32. Türkiye’nin Akilsizliği 1
33. İsrail’in 11 Eylül’ü
34. Türkiye’nin Akilsizliği 2
35. Bir Çin Rüyası mı, Yoksa Kabusu mu?
36. Müslümanlar Moskova’ya
37. Kabus Dönüyor: Çiller
38. Çinli Kastelli
39. Çin Kürtler’le Flörtte
40. 2 Araştırmacının Saptamaları
41. Uluslararası Son Gelişmeler
42. Ayranı Yok İçmeye, Tek Taşıyla Gider...
43. Şeytanım Aklıma Mukayyet Ol: Karpat’la Söyleşi
44. Al Gore’a Nobel Barış Ödülü
45. Amman Sakın Tayyip
46. Çin Parası Öldürür
47. 7 Senaryo: Kürt / Kuzey Irak
48. 7 ABD-TC Çatışma Konusu
49. DGT’nun 10 Kehaneti
50. Tarihin En Büyük 10 Buluşu
51. Asker Oldum Piyade, Şehit Oldum Ziyade
52. Son 25 Yılın En Büyük 25 Buluşu
53. Uzay Yarışı Asya’da
54. 2008’in Teknoloji Öncüsü Şirketler
55. Lu Lu Lu, Kızılderililer Geliyor
56. Avrupa Aslına Rücu Ediyor
57. 2007’nin En Önemli Olayı: Savaş ve TC'nin Emperyalizmi
58. 2007’de Dünya’daki En Önemli 10 Olay
59. Asgari Ücret
60. Şeytanım Aklıma Mukayyet Ol: Kemal Karpat’la Söyleşi


ÖNSÖZ

Bu kitap, Milliyet Blog olmasaydı, olmazdı. Ancak ileride orası olmasa da, devamları olacak. Hatta birkaç aydır öyle oldu bile.

Yayınlanmanın ve okunmanın verdiği olumlu motivasyon ile 1 yılda 75 parça ve 150 sayfa gibi bir hacme ulaşıldı.

Önümüzdeki yıllarda bu hız ortalaması, aralıklarla da da olsa, süreceğe benzer.

İnterneti 9 yıldır kullanan biri olarak bunu yalnızca son 1 yıldır yapıyor olmam, yazarlığım açısından üzücü.

‘İçindekiler’ bölümüne baktığımda, gündemi yakalayıp, ötesine geçebildiğimi gördüm. Bu hem tarihin (geçmişbilimin) somutluğunu, hem de gelecekbilimin soyutluğunu birarada uygulayabilmişim demek.

İngilizce kullanılan dünyada bunun benzerine henüz raslamadım.

Dünyadaki, özellikle de G-8’deki tüm akillerin hatalarını gösterebilmek, Türkiye gibi, baskı altında 3. Dünya’da tutulan bir ülkeden bir yazar için çok önemliydi.

Tümüyle güncel, yani göreli dar zamanlı ve mekanlı konular olmasına karşın, yine de her biri on milyonlarca kişinin yaşamını etkileyecek parametreler irdelendi. Burada N çok büyük bir sayı olmak üzere, N parametre sökonusu ve bunların en az % 50’sinin irdelenmesi gereği sözkonusu.

Türkiye’nin ne aleyhindeyim, ne de lehindeyim. Yazdıklarım tümüyle nesnel ve tarafsızdır.

Bir yazar ve bir entellektüel olarak zamanıma şerh düşebilmiş olmaktan mutluyum.

(Haziran 2007)

ÖNBİLGİLER

Metinler yazılma tarihlerine göre kronolojik sıraya dizildiler.

Alıntılardaki internet adresleri o gün için geçerlidir. Gazeteler genelde internet sayfalarını değiştiriyor ve gereksiz gördükleri bölümleri siliyorlar. Bu özellikle istatistik ve tablolar için geçerli. O nedenle, bir süre sonra aranan adres internette bulunamayabilir.

Ele alınan ülkeler mümkün olduğunca tüm küreye yayılsın istendi. Tabii ki yine de gündemde en çok G-8 ülkeleri vardı. Çin ise, bu metinlerin yazıldığı dönemde, dünyanın en çok ilgi çeken oluşumuydu. O nedenle, en yüksek metin sayısı onlar hakkında olanlardır.

Altbaşlıklar (ekonomi, teknoloji, vd) koymak yeğlenmedi.


2006

Emperyalizmin Geleceği

Tarih devletle başladı. Devletler emperyalizmle ve savaşla başladı. Komşunun tavuğu insanlara kaz göründüğü ve üretmektense, çalmak insanların daha kolayına geldiği için, yayılmacılık devlet olmanın bir parçası sayılageldi.

Avrupa ülkeleri, 1500-1750 arasında koloniyal, 1750-2000 arasında kapitalist emperyalistlerdi.

Avrupa, bundan önce Kavimler Göçü sırasında, yüzyıllar boyunca kendisi emperyalist işgal ve istilaya maruz kalmıştı. Ayrıca, Attila ve Cengiz Han adları bugün bile hala insanları titretiyor.

2000’li yıllar AB’li yıllar olmaya başladı. AB ülkeleri yaşadıkları 2 dünya savaşının korkusuyla, bir daha savaş olmasın diye, artık uslanma eğilimi gösteriyorlar. Yine de, İngiltere’nin Falkland Adaları’nda, Fransa’nın Çad’da yaptığı gibi, eski emperyal damarlarının yeniden kabardığı oluyor.

AB, kendisini 2 kere kurtardı diye, eski kolonisi olan ABD’nin hegemonyasını kayıtsız şartsız kabul ediyor.

Eski SSCB, 1945-1968 arasında kendi emperyalizmini sergilemişti.

Japonya, 2. Dünya Savaşı sırasında neredeyse tüm Pasifik bölgesini ele geçirmişti.

Sırada Çin var. Çin, tarihinin en geniş topraklarına sahip durumda. Bu duruma, 1950’de Tibet’i işgalle ulaştı. Şimdilerde Şanghay Beşlisi’yle tüm Orta Asya bölgesini denetimine aldı. Türkiye ile komşu olduğunu belirttiyse de, Türkiye’nin uluslararası politika yapıcıları henüz bu duruma uyum sağlayamadı. Yalnızca, ayrı bir ülke isteyen Doğu Türkistan militanları ironik bir biçimde, milliyetçi MHP’nin ortağı olduğu iktidar tarafından, Çin’in isteği nedeniyle, 2000’de Türkiye’den çıkarıldı.

Türkiye’nin önünde 2 seçenek var: Ya o da emperyalist olacak, ya da parçalanacak. İkisinin de birarada olması mümkün. İspanya koloniyal emperyalizmine henüz İber Yarımadası’nda birliği sağlamadan başlamıştı. Dünyanın en güçlü ülkesi ABD, Türkiye’nin parçalanması planları yapıp, silahlı kuvvetler dergisinde yayınlıyor. 850 yıllık Endülüs Devleti’nin İspanya’ya yenileceğini pek kimse düşünmemişti, şimdi de 60 yıldır ABD ne istediyse yapan Türkiye’nin ABD’yi yenebileceği hesaba katılmıyor.

Türkiye Azerbaycan’da Efruz Elçibey ve Afganistan’da general Özbek Dostum üzerine oynayarak, emperyalizm oyununda henüz acemi olduğunu ortaya koydu. Yine de, Gagavuz Türkleri’nin İstanbul’daki ortodoks kiliseye bağlanmasını reddetti ve Acaristan’ın Türkiye’ye yönelik kendiliğinden ilhak eğilimini görmezden geldi ve tarihçesel artı puan topladı. Keza, her ikisi de eski üst düzey SSCB yöneticisi olan, Azerbaycan’da Aliyev ve Gürcistan’da Şevardnadze yönetimlerini yeğledi ve konjonktürcülüğünü ortaya koydu.

Türkler tarihte hep savaşçı olarak bilinir. Şu anda da epeyi ülkede Türkiye Cumhuriyeti askeri var (bakınız dipnot). Bunlardan eğitim amaçlı olanlar için, TBMM’den onay istenmedi bile; askeri amaçlı olanlar için ise bazıları için istendi, bazıları için istenmedi. Lübnan tartışmaları malumunuz, asker gönderilecek. Hizbullah ve İsrail, çift taraflı olarak bizimkileri savaş yazılısından geçirecekler. PKK ile mücadelede 4,5’tan 5 alarak sınıfı geçen askerlerimiz, bu kez ikmale kalabilir. 11 Eylül’den 5 yıl sonra, yavaş yavaş gerilla ve düzenli ordu savaşlarının sentezi deneniyor. Bizimkiler Hizbullah’tan bunu negasyon yoluyla, yani onların yaptığını tersine çevirerek öğrenebilir.

Emperyalizm illa ki savaş ve silah demek değil. Hollanda sömürgeleşme döneminde ticaret yoluyla, ilk atakçı İspanya ve onunla korsanlık yöntemiyle savaşan İngiltere’nin savaş yoluyla kazandığından daha fazla para kazanmıştı. Bankerlik ve sigortacılık ilk o zamanlar palazlanmıştı.

Türkiye bu yolu da deneyebilir. Brezilya ve Peru pazarlayıcı olarak, üretici Kolombiya’dan daha fazla parayı uyuşturucudan kazanmakta. Türkiye’nin de uyuşturucudan bir ara yılda 100 milyar dolar para kazandığı yazılmıştı. Bazı muhafazakar yazarlar uyuşturucuyu Türkiye’nin petrolü sayıyordu.

Önümüzdeki 5-10 yıl global siyasal arenaya yeni güçlerin girebileceği en kritik dönem: Olanaklar ıskalanırsa, 7 düvel, 22. Yüzyıl’da da G-7 olarak aynen sürer gider.

Dipnot: 5 Eylül 2006 tarihli Hürriyet’te başbakan Erdoğan’ın açıklaması var: “29 ülkeye asker polis gönderdik.”

http://www.hurriyet.com.tr/gundem/5031084.asp


(4-5 Eylül 2006)


Emperyalizmin Çarşıdaki Pirinci

http://www.armedforcesjournal.com/2006/06/1833899




Bu haritanın elle tutulur bir yanı yok.

Öncelikle belirtelim: Lümpen halklar, yani bu haritada yeni ülkelere sahip olacaklar, hızlı oportünistler oldukları için, ABD yerli işbirlikçi bulmakta zorlanmayacak. Zorlanacakları konu, artan ülke sayısının sorunları azaltmadığı, tersine arttırdığı gerçeği; bu konuda, eski Yugoslavya ve eski SSCB çok iyi birer örnek.

Gelelim vaka çalışmasına:

Şaşırtıcı yönlere bakalım:

İsrail’e büyüme verilmiyor.

Suudi Arabistan parçalanıyor. Bakış açısı sanırım, Sünni halk, Vahhabi yöneticiler ve petrol kaynakları sahipleri çatışması olarak tasarlanmış.

Ürdün büyütülüyor. Bu ne işe yarayabilir ki? Ancak, ileride büyük Filistin kurmaya.

Pakistan parçalanıyor. Atom bombası olan bir ülkeden söz ediliyor.

Afganistan büyüyor. Bu ne işe yarayacak?

Filistin tanınmıyor. Oysa, daha 1947’de bağımsız Filistin için BM kararı vardı.

Türkiye parçalanıyor. ABD bir müttefikini parçalıyor. Bu konuda diğer müttefikler ne düşünecek?

Suriye’den yalnızca Kürt alanının çıkarılması ilginç. Oysa Suriye ABD için şer kaynaklarından birisi. O da Şii-Sünni olarak bölünebilirdi.

Bu kadar değişiklikten sonra, küçük Arap krallıkların olduğu gibi kalacağını düşünmek, çok iyimser olmak demek. Zaten akşamdan sabaha hanedan değiştirilen ülkelerde, aşağıdakilerin de bir gün işe karışacağını düşünmek için, müneccim olmaya gerek yok.

Şaşırtmayan yönlere bakalım:

Irak daha işgal edilirken zaten bölüneceği düşünülmüştü. İç savaşın onyıllarca sürmesi olasılığı hiç hesaba katılmıyor. Ortada kar edilecek petrol filan kalmayabilir.

İran parçalanıyor ama nasıl? Onların da atom bombası var. Üstüne, bir de İsrail’i vurabilecekleri uzun menzilli füzeleri var.

Büyük Lübnan hesabı şimdiden tutmamış durumda.

Sözü başlıkla bağlayalım: Emperyalizm, çarşıdaki pirince giderken, evdeki bulgurdan olacak. Aslında oldu bile. Türkiye’deki ABD hayranlığını, 1 yıldan kısa bir sürede ABD nefretine dönüştürmeyi başardılar. Uzun dönemde ABD ile Türkiye’nin tüm çıkarları Ortadoğu’da, Kafkasya’da, Balkanlar’da, Karadeniz’de, Orta Asya’da, Çin’de çatışacak. Şerh: Bir tek ortak düşman var, o da borçlarını temizleyip, yeni emperyal olmaya soyunan Rusya.

Bu yeni haritayla, 250 milyon kişi savaşa sürükleniyor. Bunun için Ortadoğu yerine, öncelikle Orta Asya kaynaklarının güvence altına alınması gerekir. Orada da Çin var koskocaman. ABD bir gün kendini petrolsüz buluverecek bu gidişle.

(12 Eylül 2006)

Afganistan’da NATO Çıkmazı

NATO ülkeleri Afganistan’a ek asker göndermek istemiyor. Türkiye de dahil.

NATO’nun ‘NA’sı, ‘North Atlantic’, yani ‘Kuzey Atlantik’ demek. Afganistan, Kuzey Atlantik’in neresinde kalıyor peki?

5 yıl ve sonuç sıfır. 300’ün üzerinde de NATO askeri ölümü var.

ABD’nin kazanamadığı savaşlar serisine yenileri ekleniyor: Kore, Vietnam, 1. Irak, 2. Irak, Afganistan… Burada çok önemli bir şerh: Sanıldığı gibi savaşlar bir tarafın kazandığı, bir tarafın yitirdiği sıfır toplamlı oyunlar değildir. Her iki taraf da yitirebilir, her iki taraf da kazanabilir. Herhangi bir taraf kısa vadede yitirebilir, uzun vadede kazanabilir; kısa vadede kazanabilir, uzun vadede yitirebilir. Dolayısıyla toplam dağılım epeyi kalabalık bir kombinasyondur.

Gülünç olan şu: İngilizler ellerindeki teçhizatın Afganistan koşullarına uygun olmadığını söylüyormuş. Yazın çok sıcak, kışın çok soğukmuş. İngilizler herhalde Piccadilly Meydanı’nda kriket oynamak için teçhizat tasarladı.

En önemlisi şu: Türkiye Kıbrıs çıkarmasından beridir, ABD’ye karşı hayırlarına artık ciddi halkalar ekliyor, bunlar gün gelip dayanıklı zincirler oluşturacak. Kuzey Irak’ta bizim dediğimiz olacak, Kıbrıs’ta da. 32 yıldır önlemlerimizi yeterince hızlı almadığımız için, bunları gereğinden biraz daha pahalı ödeyeceğiz, o kadar.

http://www.milliyet.com.tr/2006/09/14/son/sondun26.asp

(14 Eylül 2006)

Biyonik Kol

Sinirlerden aldığı sinyalleri harekete çeviren ilk biyonik kol yapıldı.

Bu geniş bir yelpazede yeni sonuçlar demek:

Öncelikle, kol ve bacağa dayalı sorunu olan özürlülerin zaman içinde tüm sorunlarının çözüleceği kesin. Ancak, insanların biyomekanik bir koldansa, çolak olmayı yeğleyebileceğini biliyoruz. Bir örnek: İki eli kopup da, iki el birden nakledilen adam, az kaldı ikisini birden yeniden kestiriyordu. Alışamamış.

Yapay sinir, yapay sinir sinyali iletimi, yapay-doğal sinir siborgları türü geçişimler başladı. Bu da tümüyle eksik olmayıp, kaza sonucu parçalı olarak eksilen organları, tümüyle işler duruma getirmek demek.

Bundan sonrası ergonomik tasarımcıların işi. Herkes görmüştür: Protez kollar ve bacaklar, tümüyle yaratıcı tasarım eksikliği yüzünden, takması ve taşıması zul olan acaiplikler olarak yapılmış. Haberdeki fotoğraftaki protez de pek öyle bakılası bir görünüm taşımıyor.

Buradan alınacak ders şu: Mucitlerin kaprisleri yüzünden milyonlarca kişi boş yere eziyet çekiyor. Herkes hümanizmden söz eder. İnsan yaptığı alete önce kendi bakar.

Bir de bu işi para makinası durumuna getirmemek gerek. Elektrikli otomobil 5.000 dolar, elektrikli tekerlekli sandalye de 5.000 dolar.

Dilerim Türkiye Cumhuriyeti, kanser ilaçlarına yaptığı gibi, özürlülere de, bunun lüks olduğunu, masrafını ödemeyeceğini söylemez.

http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=198600

(Eylül 2006)

Kişi Başına GSMH

Kişi başına Gayrısafi Milli Hasıla (GNP per capita) ekonomilerin kişilere doğrudan yansıyan yüzüdür.

Türkiye için bu 2005’te 5.062 dolar olarak hesaplanmış.

Birkaç nokta var:

1973’te kişi başına gayrısafi milli hasıla 1.000 dolardı ama o zamanki 1.000 dolar da şimdi 5.000 dolar. Bu hesaba katılınca, değişen bir durum yok.

Öncelikle ortalama olarak bunun % 70’si harcanabilirdir (disposable income), yani bu hesaba göre kişiler Türkiye’de yılda ortalama 3.543 dolar harcıyor.

Dolar olması gerekenden % 15 aşağıda. Bu da asıl değerin yaklaşık % 87 olması gerettiğini gösteriyor ve bu da 3.000 dolar ediyor.

Asgari ücret ayda net 400 YTL. Bu da yılda 3.000 dolar eder, yani asgari ücret ile ortalama harcanan para birbirine çok yakın. Bu IMF’nin itiraz ettiği noktalardan birisi.

Tabii gerçek biraz farklı: Vasıfsız işçi babaları yerine işverenler, bu paranın yarısına kadar düşen bir kesrini, 4 milyon 18 yaş altı çırağa (işsiz babaların çocuklarına) veriyor.

Eskiden bir baba, kendi dahil 6 kişiye bakardı. Şimdi 4 kişilik hanede 3 kişi çalışıyor. 4 kişilik bir hane ayda 1.200 YTL’ye zor da olsa, geçinir.

Bu miktar bugüne dek yaptığımız israflar nedeniyle bu kadar düşük. Tüketim malları yerine yatırım mallarına yönelinseydi, bu miktar rahatça 10.000 doları geçecekti ve ortada bir sorun olmayacaktı.

Siyasal istikrarsızlıklar atlatıldığında, Türkiye de Çin gibi yılda % 10’un üzerinde bir büyüme yakalayacak ve 2023’te kabaca düze çıkmış olacağız.

Üzücü olan, bunun 1960’tan 1980’e çok rahatça halledilmiş olabilir olması. 3 kuşak boşuna harcandı.

http://www.milliyet.com.tr/2006/09/16/ekonomi/eko02.html

(16 Eylül 2006)

ABD İran’a Saldıracak mı?

Haber, diplomatik süreç biter bitmez ABD’nin İran’a saldıracağını söylüyor.

ABD İran’a saldırmayacağını söylemedi. Ancak bu kez, Irak konusundan daha sert tepki alır ama tarihte en güçlü ülkenin dediği olur çoğunluk.

İran’da 2 büyük etnik küme var: Azeriler ve Sünniler. Sünniler ABD’yi tutabilir, zaten son haftalarda tırmanan etnik olaylar bunun bir göstergesi. Sürecin ön hazırlığı yapılmışa benzer.

Ancak, Azeriler’in ne yapacağı Azerbaycan’a, onun tutumu da Türkiye’nin tutumuna bağlı. Rusya’nın büyük Azerbaycan’dan pek hoşlanmayacağı ve zaten Çeçen konusunda Türkiye ile ters düştüğü için, PKK sorununu yeniden kaşıyacağı kesin.

Türkiye bu yeni durum için bir tutum ve önlem almış değil. İran ile yakınlaşıyor ama AKP iktidar oldukça, bundan sonra hiçbir biçimde ABD’ye hayır diyemez, yoksa 3 günde devrilir. Her zaman yaşadığı iki arada bir derede durumunda kalcak demektir yeniden.

Burada en önemli nokta, Bush’un yalnızca 2 yılının kalmış olmasında. Irak konusunun gösterdiği üzere, bu işin başlaması ve bitmesi onun iktidar süresinin ötesine geçiyor demektir. ABD Irak’ta yaptığı gibi, işin sonunu düşünmeden ortalığı daha da karıştıracağa benzer.

http://kavkazcenter.com/tur/content/2006/09/16/2284.shtml

(18 Eylül 2006)

Kıbrıs’ta Ne Olacak?

Eski cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın oğlu olan Serdar Dentaş, Kıbrıs’taki yeni gelişmelerden rahatsız. Şöyle demiş:

“Başbakan Ferdi Sabit Soyer, "Ekim'de Kıbrıs'la ilgili gelişmeleri engelleyeceği için hükümeti bozduk" diyor. AB Dönem Başkanı Finlandiya'nın Maraş'ın Rumlara iadesi, Magosa Limanı'nın BM ya da AB egemenliğinde kullanıma açılması önerileri var. Bunlara karşı olduğumuz biliniyor. Ama Kıbrıs'ta bunu kabul edecek hükümet yoktur. Demek ki farklı bir şey pişirilecek.”

Hükümet düşürülüp, yeni bir parti kurulup, yeni bir siyasal düzenek içine girildiğine göre, yeni birşeyler planlanıyor demektir. Ancak AKP, son tezkere olayında yeterince eleştiriye uğradı ve yıprandı. Kıbrıs konusunda kamuoyunun eğilimi belli. Verilecek tavizler yaklaşan seçim dönemi için, yeni tartışmalar demek olacak. Sonuçta, bu konu da bir pazarlık konusu. ABD ve AB ile karşılıklı ‘sen şunu al, sen bana bunu ver’ düzenine geçilecek.

http://www.milliyet.com.tr/2006/09/18/siyaset/axsiy01.html

(18 Eylül 2006)

Dipnot: Bu olayla ilgili tarihi etkileyici bir sonuç çıkmadı.

NDP: Almanya

“Almanya’nın kuzey doğusunda yer alan Mecklenburg-Vorpommern’de geçen pazar günü yapılan eyalet seçimlerinde, aşırı sağcı Nasyonal Demokrat Parti (NDP), % 5 barajını aşarak, meclise girmeyi başardı. 4 yıl önce yapılan seçimlere göre, oylarını 6 puan arttıran NDP, bu kez oyların % 7’sini aldı.

NDP’nin seçim afişlerinde, iltica etmek için hileye başvuranların, ülkeyi terk etmesi isteniyor. İşsizliğin yoğun olduğu eyalette bu mesele ön plana çıkartılıyor. Alman Federal İstatistik Enstitüsü’nün verilerine göre, Doğu Almanya’da yaşayanların sadece yüzde 38’i demokrasiyi en iyi yönetim şekli olarak tanımlıyor.”

Bunun anlamı ne?

Almanya, ne faşizm, ne de reel sosyalizm deneyiminden ders almayıp, tarihe yeni dertler yaratacak.

2 dünya savaşını da çıkartan ve 2 kezinde de yenilen Almanya hala uslanmayıp, Kutsal Roma-Germen artı Avusturya-Macaristan yayılımında bir emperyalizm düşüne girecek.

45 yıldır sıkılmış limon gibi somurduğu yabancılara yönelik düşmanlığı arttıracak. Ancak, Avrupa mafyasını Türkler’in ele geçirmesi gibi, karşılık olarak karakafalar da olmadık yollara başvuracak. Şerh: 2006 Dünya Kupası’nda Türk seyircilerin Almanya’yı tutması gibi, ters-lümpen tepkiler de gözlenecektir. Untumayın: Hitler’in Yahudi savaşçıları vardı.

İngiltere, AB’nin kenarında kalmayı yeğlediği için, Almanya AB’nin dominantı olmayı sürdürecek. Örneğin geçen ay, Romanya ve Bulgaristan’ın AB üyeliklerinin 1 yıl geciktirilmesini istemişti.

60 küsur yıllık yenilginlik durumundan, yeni bir emparyalist anlayışa doğru yol alacak. Örneğin bizdeki AB’cı entelejensiyayı finanse ettikleri ortaya çıkmıştı.

İronik olan, eski nazilerin ‘nasyonal sosyalist’i gibi, yeni Naziler’in de yeni bir terim icat etmeleri: ‘nasyonal demokrat’. Tarihte milliyetçilerin demokrat olduğu ne zaman görülmüş ki?

Sonuç çıkarsama: Krupp baskısı türü, çokuluslu şirketlerin siyasal yapıyı cenderede tuttukları, bilgi toplumu nedeniyle disenformasyon yoluyla kitleyi güdecekleri bir ortama yol alıyoruz. Bunun eskisinden farkı, çoksesliliğin beyaz gürültüsünde doğruyu boğmaları.

http://www2.dw-world.de/turkish/politik/1.197079.1.html

(18 Eylül 2006)



Çin Yeterince Hızlı Bilgisayarlaşacak mı?

Çin’in bilgisayar alanındaki şu andaki durumu buymuş:

“Çin’in internet site sayılarının bu yılın haziran ayının sonuna kadar 788.000’e ulaştığı, internete bağlı bilgisayar sayısının da 54.500.000’e, internet kullanıcılarının sayısının da, 123.000.000’a ulaştığı bildirildi.”

Bu; AB, ABD ve Japonya’ya bakılınca yetersiz.

Ancak ek bilgiler şunlar:

Çin konuya 10 yıl geriden girdi.

Çin’in nüfusunun % 70’i kırsal kesimde yaşıyor ve % 5’i de açlık sınırında.

Zamanında, Pakistan’ın diktatörü Ziya-ül-Hak şöyle demişti:

“Halkımın ot yemesi gerekse bile, Pakistan atom bombasına sahip olacak.”

Oldu da. Ama nasıl? Çin gerekli bilgileri ABD’den yürüttü. Gereken kadarını Pakistan’a aktardı.

Neden?

Çin’in Hindistan’la ihtilafı var. (Dikkatinizi çekmek gerekli, aynı dindeler.) Pakistan ve Bangladeş savaşla Hindistan’dan ayrıldı. Bangladeş birkaç yüzyıl geride. O zaman kalır geriye Pakistan. Düşmanımın düşmanı dostumdur.

Diğer çağrıştırmaya atlayalım:

Çin ot yemesi gerekse bile, uzaya adam gönderdiği gibi, internette de Batı’yı yakalayacak. (İnternet sansürü had safhada, ayrı konu.) Cep telefonunda dünya ortalamasındalar.

Kentli nüfusun kabaca % 10,8’i internet kullanıyorsa, bu Türkiye açısından 5 küsur milyon kişi eder ki internet kullanıcısı sayısında bizim 15 milyona vardığımız söyleniyor ama bizim istatistiklerimiz hep şaibelidir.

Sonuçta Çin’de 125 milyon kişi günü ve anı yakaladı.

Bunun birkaç yıl içinde 2-3 katına çıkacağına emin olabilirsiniz.

Anımsayalım ve unutmayalım: Çin komşumuzdur, Rusya komşumuzdur, ABD komşumuzdu, AB komşumuzdur. Bu konuda biricikiz.

http://tr.chinabroadcast.cn/1/2006/09/22/1@57704.htm

(22 Eylül 2006)

Rusya-Çin Doğal Gaz Boru Hattının Geleceği

Rusya Altay bölgesi üzerinden Çin’e doğal gaz boru hattı döşeyecek.

Hat 2001’de tamamlanacak ve 4-5 milyar dolara mal olacak. Hattın rotası kesinleşmedi. Bunun nedeni hattın rotasındaki nehir veya dağların maliyeti arttıracak olması. Kazakistan gibi başka bir ülkeden geçmesi ise, ek riskler yaratacak.

Bu hattın siyasal önemi şu:

Bu hat yoluyla Sibirya’dan eksilen her metre küp doğal gaz, AB ülkelerinden eksiliyor demek olacak. İleriki onyıllarda Hindistan da benzeri bir sanayileşme sürecine girerse, AB ülkeleri bırakın sanayileri için, kışın ısıtacak yakıt bulamayabilir.

Dünya güçlerinin merkezi çoktan beridir Atlantik’ten Pasifik’e kaymış durumda. Japonya’nın yeni liberal lideri anayasadan savaşa girmeme ilkesini kaldıracağını açıkladı. Bu eski Japonya’nın geri dönüşü demek. NATO’yu Afganistan’a kadar götürdüler ama ondan sonrasında Çin var. ABD bırakın, Tibet’i Çin’den ayırmayı, Tayvan’ı Çin’e kaptıracak.

Zamanlar çok değişti. Türkiye’nin bunu anlaması gerekli.

http://en.rian.ru/russia/20060921/54116791.html

(21 Eylül 2006)

AB Senaryoları

Aristo Mantığı’na göre 2 yolumuz var:

a) Evet.

b) Hayır.

Bu 2 senaryoya, lehtarlarıyla ve aleyhtarlarıyla birlikte birer birer bakalım:

AB ‘Evet’ Derse Senaryosu

http://www2.dw-world.de/turkish/panorama/1.197653.1.html

(Yazarın önnotu: 26. ve 27. üye 2007’de Bulgaristan ve Romanya olacak. Bu durum haberde açıklığa kavuşturulmamış.)

“AB’ye üye 13 ülke ve 10.000 kişi arasında yapılan araştırma sonuçlarına göre, Almanlar’ın üçte ikisi, 2020 yılında, AB’nin 27 üyesi olacağını düşünüyor. Almanlar’ın % 47’si Türkiye’nin, % 45’i de Ukrayna’nın 2020 yılında AB’ye tam üye olacağına inanıyor. İngilizler’in ise yarısından çoğu, önümüzdeki 15 yıl içinde Türkiye ile Ukrayna’yı tam üye olarak göreceğini düşünüyor.

Araştırma, Almanlar’ın yaklaşık yarısının, Türkiye ve Ukrayna’nın AB’ye tam üye olmasını beklediğini ortaya koydu. Avrupa Anayasası’na “hayır” diyen Fransa ve Hollanda vatandaşlarının yarısından fazlasıysa, ortak anayasanın yakında yürürlüğe gireceğine inanıyor.

Diğer ülke vatandaşlarının görüşleri, Almanlar ve İngilizler’e göre farklılık gösteriyor: AB ortalamasında her üç kişiden biri, Türkiye’nin veya Ukrayna’nın tam üye olabileceğini düşünüyor.

Almanlar’ın % 45’i, 2020 yılında AB’nin ortak anayasa ile yönetileceğine inanıyor. % 24’ü de, şu anda yürürlükte olan anlaşmaların kapsamının genişleyeceğini düşünüyor. Buna karşılık, bugün varolan durumda bir değişiklik olmayacağını belirtenlerin oranı ise % 16. Çeşitli alanlarda ortak siyasetlerin benimsenmesine ilişkin sorularda da, Almanlar’ın % 59’u, önümüzdeki 15 yıl içinde AB üyelerinin aynı ekonomi politikasını benimseyeceği yanıtını verdi.

13 ülke içinde İspanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve Almanya’da halk, AB’nin geleceğine iyimser bakıyor. Doğu Avrupa ülkelerinden Litvanya, Polonya ve Slovakya’nın geleceğe ilişkin büyük beklentileri yok. Araştırmanın ortaya koyduğu ilginç sonuçlardan biri, Anayasa’ya ‘hayır’ diyen Fransa ve Hollanda vatandaşlarının yarısından fazlasının, önümüzdeki yıllarda ortak anayasanın yürürlüğe gireceğine inanması.”

Son bölüm ilginç:

İnsanlar kendi verdikleri oyun tersinin olacağını düşünüyor. Buradan 2 durum çıkarsanabilir:

Tutum ve davranış farklılığı var veya gençlerin yaşlılardan farklı düşündüğü kabul ediliyor, çünkü gelecekte onların oyları egemen olacak.

Bu genelde pozitif bir panorama. AB’nin süreceğini ve Türkiye’yi de içine alacağını öngörüyor. Her iki senaryo da gerçekleşebilir. Tarihte böyle yolları çatallanan bahçeler olabiliyor.

Türkiye AB’ye girerse, zorunlu olarak demokrasi ilerler ama iktisaden bir sömürge gibi oluruz.

AB ‘Hayır’ Derse Senaryosu

http://www.vatanim.com.tr/root.vatan?exec=haberdetay&tarih=20.09.2006&Newsid=87766&Categoryid=1

“Financial Times, bazı batılı diplomatların gözlemlerine dayanarak, Türkiye’nin AB’den ret yanıtı alması halinde, iç politikanın daha radikal bir islami çizgiye yönelebileceğini, böyle bir durumda da ordunun tekrar bir darbe yapabileceğini öne sürdü. Gideon Rachman’ın ‘Boğaz’ın Kıyısında Medeniyetler Çatışması’ başlıklı yazısında, “Türkiye’nin AB başvurusunun başarıyla sonuçlanacağı garanti değil ama başarısızlıkla sonuçlanacağının garantisi de yok” ifadeleri kullanıldı.”

Yorumlayalım:

Öncelikle: Ne şiş yansın, ne kebap, tarzı bir tutum uluslar arası ilişkilerde yürümez. Belki zaman kazanırsınız ama ileride La Fontaine’in kuş mu, memeli mi olduğuna karar veremeyen yarasası gibi olursunuz: Sizi tabutunuza çivilerler.

Devamında:

AB 1970’lerden beridir, Türkiye’yi bir açık pazar olarak görüyor. 1600’lardan ve kapitülasyonlardan beridir de, diyebilirdik. GNP’sinin yarısı ithalat olan başka ‘yumurtlayan tavuk’ yok.

Bu iktisadi yön. Siyasi yön belli: AB faşizme doğru şimdilik rahvan gidiyor, az sonra dörtnala olacak. Can çıkar, huy çıkmaz misali. Yabancıları da sevmeyecekler, dövecekler, yani 3 milyon Alamancı’yı.

Asıl senaryo şu: AB ve ABD birbirine ne zaman ‘hayır’ diyecek? Henüz üstünü örtseler bile, zaten 11 Eylül 2001’den beridir birçok kez dediler bile. Ne zaman ki AB ve ABD’nin yolları ayrılır, bizim ikisiyle de yollarımız ayrılır.

Toplam Sonuç

Öncelikle belirtelim, geçmişbilimden şu öğrendik: Gelecekle ilgili tasarımlarda, isterse dünyanın en büyük fatihi Cengiz Han olsun, tarihte kimsenin istediği tam olarak gerçekleşmiyor, hatta % 50 oranında bile gerçekleşmiyor. O nedenle bu senaryolar siyah ve beyazsa, ileride gerçekleşecek durum grilerden bir ton olacaktır, diyebiliriz.

Peki soralım o zaman: En gerçekçi gri hangisi?

Almanya başbakanı Merkel, Ekim 2006’da Türkiye’ye geliyor. Kendisi, siyasi değil, iktisadi birliktelik taraftarı. Almanya da, AB’de en ağırlıklı ülke. Ancak onun da konumu sağlam değil, çünkü Almanya’nın özel seçim sisteminden dolayı, başbakanlığa geldiğinden beridir gerçekleşen ara / eyaletsel seçimlerde oy kaybına uğradı; yani, Almanya’nın uluslar arası siyasal geleceğini o ve partisi belirlemeyebilir.

Dolayısıyla, tuhaf bir biçimde tersine olarak, AB’nin bize ne diyeceği değil, bizim AB’ye ne diyeceğimiz, geleceğimizi belirleyecek. Muhafazakarlar açısından aynı durum Türkiye’de de geçerli: AKP 2007’de belki ama 2012’de kesin ortalıkta olmayacak. Diğer partiler içinde AB’ye çok eğilimli olan yok. (Belki yeni parti kurulur ki bu Türkiye için sık raslanan bir durum; onu şimdiden tahmin edemeyiz.) Dolayısıyla, 2016’da (en erken vade) veya 2020’de (ortalama vade) karar verecek olanların, o sıralarda Türkiye epeyi savaşla cebelleşecek olacağı için, AB’ye karşı olumlu bir bakış taşımaları çok zor. AB ise, Türkiye secde etmeden almaya niyetli olmadığı için, bu işin gerçekleşmesi biraz zor.

Tarihte; ‘Rusya-İran-Türkiye’ üçlüsünün 1.000 yıl boyunca birbirleriyle aralıklı olarak savaştığı ama sonuçta hiç kimsenin kesin galibiyet alamadığı gibi durumlar mevcut. Türkiye’nin hem AB, hem ABD ile ilişkileri de böyle. Bir biz onları yeniyoruz, bir onlar bizi yeniyor. Kimsenin teslim olmaya veya savaştan vazgeçmeye niyeti yok. ABD’nin yalnızca 2. Irak Savaşı’ndaki zararının tahmini 2 trilyon dolar olabileceği gözönüne alınırsa, bu süreç tarihte daha epeyi para, insan, zaman, libido yutan bir kuyu olmayı sürdürecek demektir. Diğer bir deyişle, bu oyun (AB-TC oyunu) eksi toplamlı bir oyun olacaktır.

(25 Eylül 2006)

Beyin Protezleri

Önbilgi: Bu metinde alıntı olarak kullanılan bilgiler, Focus dergisinin Haziran 2006 sayısının 58. ve 59. sayfalarında yer almaktadır.

Neredeyse bütün organların protezleri yapıldı ama beynin protezi olur mu?

Uzmanlar olacağını söylüyor. Şimdiye dek beynin birçok bölgesi için çipler tasarlandı. Bunlardan en başarılı olanı yapay salyangoz (iç kulaktaki hem işitme, hem denge organımız). Bugüne dek bunlar aracılığıyla dünyadaki 80.000 sağır insanı duyar duruma getirmişler. Arada belirtmek gerek: Bu hastalar, kulak zarından beyne yapılan kısa devre nörouyarıcı ile az miktarda işitebilir duruma geliyorlardı. Bu hastalar daha çok genetik olarak veya bir kaza sonucu bu eksikliğe sahip olup, duyma sinirleri sağlam olan kişiler.

Tasarlanan diğer beyin protezlerinin işlevleri ise şunlar olacak:

Bellek yitimi durumunda, hipokampüsün işlevini üstlenebilecek devreler.

Felçlilik durumunda, beyinden o organa doğrudan iletim sağlayan hatlar. Bu konuda birden çok ekip çalışıyor ve olduukça başarılı sonuçlara imza attılar. Bu konudaki haberler bu yıl oldukça gündemdeydi. (Bakınız: ‘Biyonik Kol’ metni.)

http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=199895

Parkinson hastalığı semptomları için talamusu uyaracak bir beyin zamanlayıcı deneme aşamasında.

Sara nöbetleri öncesinde oluşan sinyalleri algılayarak, elektrik uyarımı yoluyla nöbeti baskılayabilen çipler klinik deney aşamasında.

Epilepsi ve depresyon için, dünyadaki 30.000 hasta vagus siniri simülatörü yoluyla tedavi görüyor.

Yapay retina için birden çok ekip çalışıyor. Bazı ekipler görme sinirine uyartı verirken, bazıları da doğrudan beyne elektrik uyartısı veriyor. Japonlar başarılı sonuç aldıklarını duyurmuşlardı.

Ek olarak ABD savunma bakanlığı Irak Savaşı’nda yaralanan askerlerin tedavisi için bazı protezler geliştirmesiyle ilgileniyormuş.

Konunun uzmanı Richard Andersen, çipler yoluyla felçli hastaların yalnızca zihinlerinden geçirerek canlandırdığı sözcükleri olağan konuşmaya çevirebilecek makinalar yapılabileceğini düşünüyor. Bu ise, ileri aşamada tüm belleğin simülasyonu demek olacak.

Tüm bu çalışmalar kamuoyuna ters gelebilir. Nedense, tüm protezleri olağan karşılıyorlar ama konu beyne gelince, en eğitimli insanlarda bile tutuculuk başgösteriyor. Bunda herhalde bilimkurgu öykülerin yarattığı olumsuz imajın payı yüksek. Herkes Frankenstein’lardan korkuyor. Oysa, dünyada bu buluşlardan yararlanacak yüzbinlerce kişi var. Belki onlar da eskiden aynı tepkiyi gösterirlerdi ama 2 kolu kopup veya boyundan aşağısı felç olup, öylece yıllar boyunca yaşayan kişiler, kendilerini yeniden olağan insanlar gibi devindirecek buluşlara tümüyle açık durumdalar. Yüz naklini anımsamak yeterli: Çok büyük risk alındı ama sonuç başarılı oldu. Riski göze alan hastanın yitirecek bir şeyi kalmamıştı, çünkü yüzü tümüyle parçalanmıştı.

(28 Eylül 2006)

Mir 2 Rusya’ya Gerekecek mi?

Ruslar ikinci bağımsız Rus uzay istasyonu olacak Mir 2’nin gerekliliğini tartışıyor.

Rusya Uluslararası Uzay İstasyonu’ndaki modülünü 2011’de tamamlayacak. UUİ 2016-2025 arasında bir zamanda ömrünü tamamlayacak ve devredışı kalacak. Bu durumda Ruslar’ın bu istasyondaki modüllerini kullanma süresi 5 yılla sınırlı kalacak, dolayısıyla uzun vadede Ruslar’ın kendi ortamlarına gereksinimleri olacak. Sözü geçen sürede Ruslar Ay’a 4 insanlı uçuş planlıyor.

Yeni uzay istasyonu, eskisinin Rusya’nın % 6-7’sini taramasına karşın, Rusya’nın tamamını tarayacak, böylelikle iletişim uyduları ile bir ağ kurabilecek.

Mir 2’nin asıl sorunu finansmanı. Ruslar bunun için yabancı para kaynaklarına açık olduklarını belirtiyorlar. Ancak yabancı para kaynakları da, deneylerden çok, Rusya’nın tamamını içeren uydu görüntüleri peşinde olacak. Bu da ulusal güvenliğin tehlikeye atılması demek.

Uzay yarışında Rusya’nın durumu şu anda muallakta. Eskisi gibi ABD ile yarışamıyorlar, ABD ise uzay mekiği projesinin fiyaskosuyla duralamış durumda. Devreye Çin girdi ama şimdilik onlar işin çok başlangıcında. Dolayısıyla uzay rekabeti şimdilik boşta kalmış durumda. Bu nedenle de, Mir 2 için yapılacak masraflar Ruslar’a gereksiz görünüyor. Tabii şunu unutmamak gerek: Uzay yarışına Rusya önde başladı ama sonradan ABD onu geçti.

http://en.rian.ru/analysis/20060914/53865260.html

(1 Ekim 2006)

Çin Rezervlerini Ne Yapacak?

Çin’in elindeki ABD doları rezervi 1 trilyon doları geçmiş.

Gazi Erçel şöyle yazmış:

“Çin’in biriktirdiği rezervlerinin iki kaynağı var. Birincisi cari işlemler fazlası, ikincisi yabancı sermaye. İki kaynaktan sağlanan tutarlar 2000 yılından bu yana giderek artıyor. 2000 yılında 25 milyar dolar fazlayla başlayan cari işlemler dengesi, 2006 yılı için 230 milyar dolara ulaşacak. Bu rakamın 2007 yılında 300 milyar doları aşacağı tahmin ediliyor. Yabancı sermayenin birinci adresi olan Çin, yılda 70 milyar dolarlık tutarındaki bir dış kaynağı bu yolla çekiyor. Sıcak para Çin’de çok az. Öyle bir sistem kurmuşlar ki, giren çıkamıyor.”

Çin bir taşla kaç kuş vuruyor?

GSMH’sını yıllardır yüksek düzeyde büyütüyor, üstelik bunu başkasının parasıyla yapıyor. Düzenlemeleri sayesinde, bizim gibi bir günde değil, 4 saatte dolarda % 25’lik oynama yaşamıyor. Artı değer parasıyla, büyük barajlar dizisi projesi gibi devasa yatırımlara girişebiliyor.

Çin bir taşla kaç kuşu riske atıyor?

ABD parası giderek değer kaybettiği için, aslında biraz cepten yiyor. Yani ekonomisinin köpüğü kabarıyor.

Peki bunları niye yapıyor?

Çin ABD’yi silahla değil, onun silahı olan parayla yeniyor. Şu anda istese doları, bizdeki gibi kısa sürede büyük oynamalara sürükleyebilir.

Peki, bunu yapacak mı?

Hayır. Yalnızca ABD üzerinde ekonomik, onun da ötesinde psikolojik baskı, üstünlük ve ilerisinde de hakimiyet sağlamak peşinde. Bunu da dünden yarına değil, uzun onyıllarlık erimlerde planlıyor. Meteoroloji kayıtlarının 2.000 (iki bin) yıllık olduğu bir ülkeden söz ediyoruz.

Sonuç:

Çince’de ‘risk’, ‘fırsat’ ve ‘tehlike’ hece-harfleriyle yazılırmış.

http://www2.vatanim.com.tr/root.vatan?exec=yazardetay&tarih=30.09.2006&Newsid=88785&Categoryid=4&wid=126

(1 Ekim 2006)

Dipnot: Çin rezervlerinin yarısını Haziran 2007’de harcamaya karar verdi. (Bakınız: ‘Bir Çin Rüyası mı, Yoksa Kabusu mu?’ metni.)

ABD Duvara Ne Zaman Toslayacak?

‘Çoktan tosladı bile’ denebilirdi ama denmeyecek. Onun yerine biraz daha derine neşter vurulacak.

Önce teşhis:

Fatih Özatay şöyle yazmış:

“Tanınmış bazı ekonomistler, ABD'nin cari açığının milli gelirine oranının % 6'yı geçmesi halinde, sürdürülebilir olmaktan uzaklaşacağı öngörüsünde bulunuyorlar. Basit bir sürdürülemezlik hesabı şöyle yapılıyor: ABD'nin ortalama büyüme hızının % 3, enflasyon oranının ise % 2 olduğunu düşünelim. Böyle bir ekonominin sürekli olarak milli gelirinin % 7,5'i kadar cari açık verdiği senaryosunu inceleyelim. Bu durumda ABD'nin net dış borcunun milli gelire oranı % 150'ye fırlıyor!”

http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=200207

Bu açık verme durumu 1991’den beri böyleymiş ama ABD çok daha önceden beridir, tıpkı bir zamanlar sömürgelerinden gelen artı-değerleri yiyip bitiren AB ülkeleri gibi, 2 dünya savaşı aracılığıyla ABD’ye borçlanmış AB ülkelerinin artı-değerini yiyordu. İngiltere’nin 1945’te ABD’ye borcu 1 milyar dolarmış (kaynak: Book of the Year 1948 Britannica).

İşin ilginci, ABD’nin bunu Lale Devri hesabı, bade içmede ve güzel sevmede değil, beğenmediği ülkeleri yakıp yıkmakla uğraştığı savaşlarda kullanması. Yine aynı AB ülkeleri gibi: İngiltere ve Fransa 1492-1992 arasında 100’er küsur savaşa girmişler. ABD’nin 2. Irak Savaşı’ndaki masrafının 2 trilyon doları bulacağı açıklandı.

Biz nasıl, dünyanın en pahalı petrolünü ve elektriğini kullanıyorsak, iç piyasaya federal vergi yükleye yükleye, ABD de benzeri duruma gelecek. Reel ücretler 1973’ten beridir geriliyormuş, bu da kitlelerin er geç aç kalması demek olacak, şimdilik nüfusun % 30’u yoksulluk sınırında.

Nereye kadar böyle gidecek?

19. Yüzyıl’da 1848 ertesinde ‘Devrimler Dönemi’ denen dönemde, çok daha azı için halk isyanları çıkmıştı. Kapitalizm duruma uyanıp, işçi sınıfına sınıf atlama hayalleri satalı beridir, koşullar aynı ama dayanışma sıfır. İsyan duygusu ise, sopa-havuç koşullandırması yöntemi ile felce uğratılmış durumda.

Eh, eski rekor kırıldıysa, yenisi de kırılacak demektir.

ABD’nin kurdu AB’dir, nasıl ki AB’nin kurdu ABD olduysa. ABD ve AB’nin reel çıkarları artık çatışıyor ama uluslararası siyasetin genel özelliklerinden biri, bir sorunun gündeme gelmesi için, kangren olmayı geçmesi gerektiğidir. AB-ABD sorunu henüz kangren olmadı.

Ancak ABD artık dünyanın kangrenidir. Bundan sonra beklenecek her 5 yıl, silinip atılacak on milyonlarca kişilik nüfus demektir. Doğum denetimi olmadı, ölüm denetimi oluyor. Bugün yaşanan durum budur.

Bunun tarihsel bir budama mı, bir kısırlaştırma mı olduğu, 2100’de yazılmış olacak.

(1 Ekim 2006)

Çin Mermerlerimizi Ne Zaman Bitirecek?

Durum özetle şu:

Çin’de yaptığımız ithalat ihracatı çok geçtiği için, Çin’den buraya gelen TIR’lar genelde boş dönüyormuş. Çinliler de birkaç bin dolar olacak nakliye fiyatını 250 dolara düşürüp, boş TIR’lara bizim mermerleri hammadde olarak yükleyip, Çin’e götürüyormuş. Çin’de işlenen mermer ürünlerde maliyeti düşürdükleri için, global pazarda fiyat kırıp bize rakip olmuşlar. Bunu İtalyanlar ve İspanyollar da yapıyormuş.

Asıl sorun bu hızla tüketilen memer madenlerinin yakında tükenme tehlikesiymiş. Üstelik başka alanlarda kullanılabilecek küçük blokları da kullanmayıp, kırıp çöpe atmalarıymış.

Böyle giderse, kısa vadede mermer kaynaklarımız tükenmiş olacakmış. İlgililer kesin süre vermemiş. Kısa vade denilince genelde, 10 yıl ve daha yakınını anlarız.

Bizim yaptığımız hata. Mermere ancak işlenince ihracat izni verebiliriz.

Onların yaptığı da hata. Kendi felsefelerine hiç uymayan bir biçimde, kaynakları israf ve heba ediyorlar. Sonuçta bir çevre felaketi de yaratabilirler. Tükenmiş taş ocakları hem tozlardan dolayı hava kirliliği yapar (ki bu toz kanserojen maddeler de içerebilir), hem de çevre yollarda yağmurlu havalarda yolu kaygnlaştırıp trafik sorunu yaratırlar.

Sorun hükümete de iletilmiş. Şimdilik sonuç yokmuş.

Çin’in artık global bir risk oluşturduğunun küçük imlerinden biri de bu durum olmuş.

http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/5182870.asp?m=1&gid=112&srid=3436&oid=2

(2 Ekim 2006)
Güney Afrika’dan Alınacak Dersler

Güney Afrika Cumhuriyeti’nde yıllar süren mücadeleler sonunda, çoğunluk siyahlar yönetimi ele geçirmişti. Aradan yıllar geçti. Bir de şimdiki duruma bakalım:

Nobel barış ödülü kazanmış olan, Güney Afrikalı başpiskopos Desmond Tutu ülkesini eleştiriyor:

“Güney Afrikalı Nobel Ödüllü Başpiskospos Desmond Tutu, ülkede siyahlara karşı ırkçılığın hüküm sürdüğü ‘apartheid’ dönemini sona erdiren idealizmi koruyamadıklarını söyledi.”

GAC dünyanın en yüksek cinayet oranına sahip ülkelerinden biri oldu.

Zamanında, İsrail başbakanı Golda Meir de Oriana Fallaci’ye ülkesinde fuhuş olmasını anlayamadığını söylemişti. Böylesi felaketlerden ne ders alabiliriz?

Öncelikle ütopyalar ve idealler gerçek yaşamda, kitapta durduğu gibi durmaz.

İnsan etkeni kolay kolay denetlenemez.

Geçmişin olumsuz mirasları, beyaz hayallerle pat diye bitmez.

Hiçbir ırk, halk, vd güçsüz olduğu ve yenildiği için masum ve yüceltilen olamaz.

Siyah güzel filan değildir.

Para herkesi satın alır. Yıllarca hapiste yatıp ilk cumhurbaşkanı olan, Mandela’nın da karısını satın almıştı.

O nedenle:

Tarih ders almak içindir.

Geçmişbilim gelecekbilim için ne yazık ki olumluluklardan çok daha fazla, olumsuzluk dersi içerir.

İnsanlar ders almalı ve öğrenmelidir. Tersi durumda tarih habire yinelenir.

Sonuç:

GAC de tarihte yitik noktalardan biri olarak yerini aldı.

http://www.bbc.co.uk/turkish/news/story/2006/09/060927_south_africa.shtml

(29 Eylül 2006)

Türkiye’de Botanik Genetik Manipülasyon

Bitkilerde genetik müdahaleye yönelik maddeler içeren tohum yasası tasarısı TBMM’de görüşülüyormuş.

Bu konuda 2 ayrı görüş varmış:

Olumlu bakanlar:

'Patent zorunluluğuyla tohumlar korunacak' diyormuş.

Olumsuz bakanlar:

'Çokuluslu şirketler hakimiyet kuracak, tohumların genetiği değiştirilecek' diyormuş.

Öncelikle, başka alanlardan örneklere bakalım:

Türk icadı sayılan yoğurdun patenti, Danone ve Nestle gibi yabancı firmalarda, çünkü yoğurt bakterilerinin patentini almak bizimkilerin aklına gelmemiş.

Yoğurdun türev ürünü ayran ise, yurtdışında yine yabancı şirketler tarafından pazarlanıyor durumda.

Bugün ziraat fakültelerinde botanik alanında başarılı genetik manipülasyonlar yapıldığını biliyoruz, çünkü bilim dergilerine ve gazetelere haber oluyorlar ama onlar konuya ticari yaklaşmadığı için ve patent almak on bin doların katlarını gerektirdiği için (ki uluslararası düzeyde bu yüzbinlerce doları bulabilir) bu bilgiler yalnızca akademik bilgi olarak kalıyor.

Genetik manipülasyon sözünün bile hoşlanılmadığı durumlar var ama artık konuyu temelde iş alanı olarak görmeye alışmamız gerekli. Denetleme olmadığı için tam bilemeyeceğiz ama bilinen her tür bitkisel üründe genetik olarak oynanmış tohumlarla üretim yapıldığı apaçık ortada. Üstelik, bunların genlerinin hem rasgele saçılan tohumlar, hem de besin yoluyla alım sırasında tam sindirilmeme nedeniyle, insan genlerine karışmaya başladığı çoktan tespit edilmiş durumda.

Yasa konusunda her iki taraf da haklı olabilir. Bu Nasreddin Hoca’nın ‘sen de haklısın’ fıkrası durumu değil. Sonuçta büyük şirketler çok büyük yatırımlarla risk alıyorlar, karlarını da sağlama almak isteyeceklerdir. Tuhaf olan durum, bizim çiftçilerinin konuya bir Marslı gibi yaklaşmaları. Çiftçilik köylünün işi, bundan ekmek yiyor. Eğitimi sınırlı da olsa, yaptığı işi iyi bilmek zorunda, yoksa sen 21. Yüzyıl’da karasabanla tarım yaparken, eloğlu senin sırtından milyar dolarlar vurur tabii ki…

Bu konuda ziraat odalarına güvenmek gerek. On yıllardır can siperane bir biçimde çiftçinin hakkını savunmaya çabalıyorlar. Dengeyi onlar kuracak olsa gerek, çünkü işi bilen ve adil davranacak olanlar da onlar olacak.

http://www.milliyet.com.tr/2006/10/06/ekonomi/axeko01.html

(6 Ekim 2006)

Türkiye’de Emekli Sendikaları Kurulacak mı?

Türkiye’de 5 küsur milyon emekli, dul ve yetim var.

Bunların bir bölümü bir sendika kurmaya karar vermiş.

Devlet de bu talebi reddetmiş.

Onlar da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gidiyorlarmış.

http://213.243.28.14/2006/10/06/ekonomi/eko05.html

Öncelikle, AB üyesi İspanya ve Polonya’da emsali bulunduğu ve AB’ye uyum yasaları çıkardığı halde devletin konuya karşı çıkma basiretsizliği bir tuhaf durum. Üstelik konu, taa Yargıtay’a gitmiş ve oradan da ret yanıtı çıkmış.

Sonrasında, birilerinin bu insanları savunması gerekli. Eğer emekli ikramiyesiyle ev alamamışlarsa, sürüm sürüm sürünen milyonlarca kişiden söz ediyoruz. Üstelik, bunu 25-30 yıl gibi uzun bir süre vergi ve sigorta ödeyerek hak etmiş duruma düşürülüyorlar.

Sorun şu ki:

Bu insanların yaptırımı ne olabilir?

Grev yapamazlar. Ancak toplu pazarlık yapabilirler ve medya aracılığıyla gündemde kalabilirler. Sonuçta işin kitlesel psikoloji tarafı var: Bir gün herkes emekli olacak ve emekli olduğunda sürüneceğini bilen birilerini 50 yıl boyunca kuzu kuzu çalıştıramazsınız. Zaten çalışanlar da emeklilerin çocuğu. Aile Türkiye’de hala çok güçlü bir kurum. En azından seçmen olarak partileri etkilerler.

Türkiye’nin bunları tartışabilecek günlere gelebilmiş olması çok güzel. Dilerim emekliler, haklarını uluslararası platformda da korurlar ve istediklerini elde ederler.

(6 Ekim 2006)
Karaciğer Çipi Yapıldı

Çip, entegre devrelerden ve gerçek karaciğer hücrelerinden oluşuyormuş.

Uzmanların bazıları karaciğer hücrelerinin vücut dışında içindekinden biraz daha farklı davrandığını, dolayısıyla simülasyonun tam gerçekçi olamayacağını savunmuş.

Olabilir. Bu yalnızca başlangıç noktası. Diğer sistemleri de bilgisayarda benzetişirken benzeri sorunlar görülmüştü. Oysa bugün, meteorolojiden ekolojik dağılımlara dek, birçok sistemin matematik simülasyonu yapılmış ve bilgisayarlarda işler durumda.

Gelecekbilim açısından yapılanın anlamı şu:

İnsanı yazılım olarak yaratmanın ters ucundan bir ilerlemesi bu. Genelde zihinler yazılım yapılmaya çabalanıyor. Eğer organlar da benzetişilirse, yazılım insanlar yazılım bedenlerde, tıptı donanım bedenlerde yaşayan donanım zihinler gibi yaşayabilecek ve davranabilecek.

Burada görülmesi gereken şu:

Canlılık biyokimyasal reaksiyonlar toplamıdır. 21 gramlık ruh filan yoktur. Yalnızca düzenlemenin çok çok özel olmasından kaynaklanan bir griftlik sözkonusudur. Eğer, organ simülasyonlarında ilerlenirse, gelecekte gerçeten yaşayabilecek başka canlı türleri de tasarlayabileceğiz demektir. Canlılık, şu anda yalnızca tikel olarak tasarlanmış ve bilgileştirilmiş durumda. O nedenle, açıkça canlılık şudur diyemiyoruz. Tümel canlılık ise bu tanımlamayı yapma olanağı verecek.

Bu deneyleri yapan doktorların bunları düşünmediğine eminim. Ancak, Einstein da ışık hızından hızlı gidilemeyeceğini düşünüyordu.

http://www.hurriyet.com.tr/pazar/4836357.asp
(8 Ekim 2006)
ABDNe Zaman Parçalanacak?

Vakıa aynı, rivayet muhtelif.

Ne zamandan önce, nedene bakalım:

Askeri:

ABD farkında olmasa da, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra savaş kazanamadı. Kore’ye girdi, Kuzey Kore ilk atom bombasını yeni patlattı. Vietnam’a girdi, hezimete uğradı. 1. Irak Savaşı’nda Saddam Hüseyin yerinde kaldı. 2. Irak Savaşı’nda iç savaş çıktı. Ancak askeri açıdan sorun bu değil, sorun bu savaşların maddi bedeli. 2. Irak Savaşı’nın 2 trilyon dolar maliyeti olacağı yeni hesaplandı. Tarihteki tüm global hegemonlar savaşlar nedeniyle bitmiştir. ABD de öyle olacak. Ancak bunu 2. Irak Savaşı’nın getirmeyeceği kesin. Eğer; Venezüella, Pakistan ve İran’a aynı anda girerse, 2025’te askeri olarak bitmiş bir ABD buluruz. Yoksa, daha da gecikir.

İktisadi:

Henüz kabul edilmedi ama Çin reel büyüklük olarak ABD’yi geçti. Kabul edilen 2010-2015 arasında bir yerlerde geçeceği. (http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=200976) Bu birincilik kaptırılınca, dünyadaki para akışı ABD dışına ve dolar dışı yatırımlara yönelecektir. Dünya Bankası ve İMF de er geç devre dışı kalacak. Şerh: Şu andaki durumuyla AB, aslında ABD’den her açıdan güçlü ama aşağılık takınağı nedeniyle bunu gerçekseyemiyor.

Siyasi:

http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=201030

Haber ilginç: ABD’den ayrılmak isteyenler toplantı yapıyorlarmış.

“Kaliforniya, Teksas, New Meksiko, Colorado ve Arizona'nın 'Chicano Cumhuriyeti' kurması teziyle ünlü, New Mexico Üniversitesi öğretim üyelerinden Charles Truxillo” Amerika'daki ayrılık için 2050 ile 2080'e tarih biçiyormuş.

2050’nin özelliği ABD’deki beyaz olmayanların sayısının beyazlarınınkini yakaladığı yıl olacak olmasında. Tabii karakafalılar çok hızlı ürediği için bunu 2035-2040 diye düşünmek gerekli. 500 yıl sonra bile beyazlara karşı nefretin sürdüğü, elektrik kesintilerindeki yağmalama olaylarından belli.

2080 çok uzak bir tarih. O tarihe gelinmeden, global düzeyde 2-3 makro-makro kriz yaşanmış olacak. Geçmiş 250 yıllık Avrupa haritalarına baktığımızda, bugünkünden çok büyük farklar olmadığını görüyoruz ama o zaman ABD yoktu. Oradaki harita çok kez değişti. Yine değişecek.

Bugün de, İç Savaş’tan 140 küsur yıl sonra bile, o zaman ABD’ye katılmayı reddeden Texas eyaleti, kendini neredeyse bağımsız bir ülke sayıyor. Dolayısıyla çatlak, Siyahlar üzerinden değil, Hispanikler üzerinden geleceğe benziyor, çünkü güney eyaletleri İspanyolca’yı anadilleri saymak istiyor.

Tabii bunun iç savaşsız gerçekleşeceğini düşünmek hayli zor. Ancak ABD tüm enerjisini dışarıya harcadığı için, zamanı geldiğinde içeriye harcayacak enerji bulamayacak.

Kültürel:

Tuhaftır ama 200 küsur yıldır ABD hiçbir özgün kültürel ürün yaratamadı. Hamburger Hamburg’dan, Coca Cola Güney Amerika’daki kokadan (kokainin kokası) geliyor. Tek özgün ABD ürünü sanat sayılan caz ise Zenciler’in yaratısı. Geçmişe baktığımızda, Babil’den Eski Yunan’a tüm kültürlerin özgün icatları olduğunu görürüz. ABD’nin icatlarının neredeyse tamamı, başka ülkelerden oraya göç edenler veya onların çocukları yaptı, buna özgünlük denmez.

Tuhaf değil mi?

Bugün dünyanın yarısı, Türkiye’nin mandacıları dahil, bir numaralı güç olarak ABD’ye secde ediyor. Biz de kalkmış, onun ne zaman parçalanacağını tartışıyoruz.

Yalnızca şunu anımsatalım: Tarihte A planlarının yürüdüğü çok nadiren gözlenir. Öyle ki kimi Z planları bile yetersiz kalır. Bu da bir büyük O (Omega) planı zaten.

(9 Ekim 2006)

Türkiye’de Bağımlılığın Geleceği

Kötü haber:

Türkiye’de gençler arasında uyuşturucu kullanımı ve bağımlılığı giderek artıyor.

http://www.bagimlilik.net/pubfiles/cilt7/sayi2/mak3.pdf

(Yazarlar: Kültegin Ögel, Sevil Taner, Ceyda Y. Eke.)

İstatistiklere bir bakalım:

Tablo 1: Yaşam boyunca kullanılan maddelerin kullanılma yüzdeleri:

n= 1.800 2.845 5.823 7.849 2.024 1.637

Tütün 15,7 68,0 30,0 64,9 59,0 48,3
Alkol 27,6 61,0 34,2 17,9 57,7 48,6
Herhangi 2,5 - - - - 6,0
Esrar - 4,0 4,2 3,5 4,8 5,1
Uçucu - 4,0 4,0 8,6 4,4 5,2
Ekstazi - 1,0 0,9 - 1,2 3,2
Sedatif-hipnotik - 7,0 5,0 3,2 4,1 5,4
Eroin - 1,0 0,7 1,6 1,1 2,8
Flunitrazepam - - - - - 3,1

(n örnekleme sayısıdır. Örnekleme 10. sınıf (lise 2) öğrencilerinden seçilmiş. İstanbul’un 15 ilçesinden o ilçenin toplam İstanbul nüfusuna oranına göre seçim yapılmış. Araştırmalar eskiden yeniye dizilidir, en eskisi 1991, en yenisi 2004 tarihlidir.)

Açıkça söylemek gerekirse:

Nur topu gibi keş bir gençliğimiz olmuş.

Bunun anlamları neler olabilir?

Demek ki 3 liberalizm hayırlı bir toplumsal süreçler dizisi değilmiş.

Aile kurumu fiilen çökmüş, en azından bu gençlerinkiler.

Gençlere uyuşturucudan daha değerli birşeyler sunamıyormuşuz.

Kolluk kuvvetlerimiz görevini yapamıyormuş.

Eğitmenlerimiz durumu engelleyemiyormuş.

Peki panzehir ne veya var mı?

Bir düşünelim:

1.000 tane interpol üyesiyle, 1 gecede İstanbul’da uyuşturucu satıcıları sıfırlanır. Kesinlikle habersiz ve gizli yapılacak bir operasyon olmalı.

Sorun o değil: Bir cinayet varsa, katil o suçtan karlı çıkandır. Sorun bu.

Uyuşturucudan kimler karlı çıkıyor?

Ben dahil herkes. Evet, yanlış duymadınız. Öyle ya da böyle, Türkiye ekonomisine (yurtiçi ve yurtdışı) uyuşturucu işinden yılda 100 milyar dolar giriyormuş (ne kadarı kar belli değil), o para da ekonomide dönüyor. Ben demiyorum, interpol diyor. Yanısıra, 250 milyon global kullanıcının 2,5 milyonu Türkiye’deymiş.

Şaşırmayın:

http://www.bbc.co.uk/turkish/news/story/2006/10/061010_italy_drugs.shtml

İtalya’da rasgele seçilmiş 50 milletvekilinin 16’sının terinde uyuşturucu bulunmuş. İtalya Radikal Partisi ise esrarın serbest bırakılmasını savunuyormuş.

Bizde durum farklı mı?

Girin Beyoğlu’nda herhangi bir kapalı mekana: Buram buram tatlı-ekşi esrar kokar, bilen bilir. Dahası, haplar midye dolmalarında satılır duruma gelmiş, tanesi de 5 YTL gibi.

Genç insan hem heyecan arar, hem meraklıdır, hem de yasak şeyi yapmaya bayılır. Ancak, yukarıdaki araştırma diyor ki gençlerin yarısı uyuşturucuyu tanıdık bir büyükten temin ediyormuş. Demek ki bazı ebeveynler yaşam deneyimi niyetine çocuklarına bunları aktarıyor.

Bunun sonu ne olur?

Tabii ki pek hayırlı olmaz. Sonucun 1968 kuşağı hippileri de olmayacağı kesin. Sanırım, bir kuşak uyuşturucuyla çürüyüp gidecek, belki gitti bile. Geleceği kurtarmaya ancak kundaktaki bebeleri gözeterek başlayabiliriz.

Dipnot: Yukarıdaki sözleri, sözü geçen sayılar 1989’da kabaca yarı yarıya iken, aynen sarfetmiştim. Sanırım, 2023’te de aynen ediyor olacağım.

(10 Ekim 2006)

Kiltronik

Haberde ‘ışınlanma’dan söz ediliyor ama konunun ışınlanma ile ilgisi yok. Öncelikle uzaktan kumanda sözkonusu. İkincisi, az parçalı bir robot yerine, limit sonsuz sayıda parçalı bir robot sözkonusu. Bu robot uzaktan kumanda ile sizin klonunuz gibi görünüp davranabilecekmiş.

İşin ilginç yanı, bu projeyi hazırlayan ekipte 2 Türk’ün olması: Metin Sıttı ve Burak Aksak.

Proje 10-15 yılda tamamlanacakmış.

Projenin adı olan ‘claytronics’i, okunmasında kolaylık olsun diye, Türkçe’ye ‘kiltronik’ olarak çevirdim. Anlamı, ikisinin de yoğrulabilmesinden ve biçim değiştirebilmesinden ileri geliyor.

Projenin haberde bahsedilmeyen yanı önemli:

Eğer, milyonlarca parçadan oluşan bir bütünü istediğiniz gibi denetleyebiliyorsanız, bu size insansız her türlü aracın ve makinenin her türlü biçime girmesi iznini veriyor demektir. Eğer parçaları delikli ve birbirine geçebilir biçimde tasarlarsanız, tıpkı legolar gibi, istediğiniz biçimi elde edebileceğiniz limit sonsuz olanağa erişirsiniz.

Bunun için tek gereken şey, çok fazla sayıda işlemi çok hızlı yapabilen bir bilgiişlemci. Bir de, projedekilerin hedeflediği, ‘tera-bilgiişlem’ denilen, bilgisayarla tek bir işi en iyi şekilde yaptırmak değil, birden fazla işi aynı anda yaptırmak var. Bunlar için de Intel, aynı anda 2 işi birden yapabilen çift çekirdekli işlemci teknolojisini geliştirmiş.

Projenin tam anlamını özetleyebilmek için örnekleme yapalım:

Güneş Sistemi gibi, ışık hızının göreli kısa ulaşma kapasitesinin olduğu bölgelerde, oturduğunuz yerden kademeli olarak, bir makinaya istediğiniz işlemi yaptırabileceksiniz. Bu da şu demek: Güneş Sistemi’nin herhangi bir üyesinde, Ay’da, asteroitte veya başka gezegenlerin uydularında, diyelim üs kurmak istiyorsunuz. Bunun için yıllarca sürebilecek trilyonlarca iş adımının gerçekleştirilmesi gerekli. Bunun için işin başında insanların bulunması gerekmeyecek. 1962-1986 arasında uzaya giden 200 kişinin 10-20’sinin öldüğü düşünülürse, konunun önemi anlaşılır.

Devamında:

Yeryüzü’nde de aynı sorun var. Ölme riskinin % 100 olduğu durumlar var. 1986’da patlayan nükleer reaktör Çernobil’i zararsız duruma getirmek için, 200’ün üzerinde insan, gönüllü olarak, yüksek dozda radyasyondan öldü. Bunun yerine, izole edilmiş robotlar bu işi görecek. Ayrıca, gerekirse onlar yok olabilir.

Tabii bunu kimse hayrına yapmıyor. Bu, milyarlarca dolarlık yeni bir pazar demek. Böylesi robotlar varken, kimse kendi ülkesinin vatandaşını gömmek istemeyeceği için, bu işin hükümetler düzeyinde alıcısı şimdiden hazır demektir.

İşin bir de eğlence kısmına bakalım:

Düşünün ki bir muhabbet kuşunuz var. Ondan sıkıldınız. Hoop: Bir pisiniz oluverdi. Ondan da sıkıldınız. Hoop: Bir kuçunuz oluverdi. Tek taşla epeyi kuş. Sabit fiyat.

Tarih, işte böyle. Mucitler bile icatlarının varabileceği yerleri öngöremiyebiliyor.

http://www.hurriyet.com.tr/e-yasam/5249427.asp?gid=54

(13 Ekim 2006)


Geleceğin Yakıtı BTL

Alkol ve bitkisel yağ karışımı olan biyodizelden sonra, ‘sıvılaştırılmış biyokütle’ anlamına gelen BTL (biomass to liquid) de geleceğin yakıtları arasında katılmış.

Bu yakıtın iyi yanı litre başına petrolden en az 40 sent daha ucuz olacak olması.

Olumsuz yanı ise, yılda 200.000 ton kapasiteli bir tesisin 1 milyon ton hammaddeye ve 300-400 milyon avroluk bir yatırıma gereksinim duyması. Hammadde saman, tomruk, yaprak, sap, meyve, talaş ve her türlü nebati üründen kazanılabiliyormuş. Organik kütle halinde toplanan bu maddeler, yüksek ısı ve basınç altında moleküllere ayrılıp sentetik gaza dönüştürülüyormuş. Almanya’da 2020 yılında kullanılan tüm yakıtın % 25’inin BTL olması umuluyormuş.

Büyükkentlerin yılda milyonlarca ton organik atık yarattığı düşünülürse, hammadde bedavaya gelecek demektir. Sorun yalnızca bunları ayrı toplayıcılarda biriktirmek. AB ülkeleri gibi, tüketici bilincinin yüksek olduğu ülkelerde sorun yok da, az gelişmiş ülkelerde bu oldukça zor olabilir.

Organik atığın yakıt olarak kullanılmasının en önemli yanı, atmosferdeki karbon dioksit miktarırının değişmeyecek olması, çünkü seneye onlar yeniden bitki olacak. Üstelik birçok yerde yılda 2-3 kez ürün alınabiliyor. Artı, petrolün içinde var olan sülfür veya kurşun gibi insan sağlığına zararlı yan maddeler de ortadan kalkmış olacak.

Durumun üzücü yanı, AB’nin ve/ya ABD’nin bile yumurta kapıya dayanana dek beklemesi. 1950’lerdeki şimdikilerin 4-5 katı benzin tüketen kuyruklu canavarları bir düşünün. Yalnızca gösteriş uğruna, milyonlarca kişinin kışları üşümesine neden oldular.

Ne yapalım: Zararın neresinden dönülse kardır.

http://www2.dw-world.de/turkish/wirtschaft/1.200101.1.html

(15 Ekim 2006)

Dipnot: OPEC ülkeleri bu konuyu 2007’de o denli ciddiye aldılar ki eğer G-8 ülkeleri BTL’ye fazla önem verirlerse, onları petrol çıkarmamakla tehdit etti.

Atom Bombasında Sıradaki Kim?

Dünyada 9 ülkenin atom bombası var: ABD, İngiltere, Fransa, İsrail, Rusya, Pakistan, Hindistan, Çin, Kuzey Kore.

30 kadar ülkenin daha nükleer bomba yapabileceği açıklanmış.

http://www.bbc.co.uk/turkish/news/story/2006/10/061017_baradey.shtml

1986’da bu sayı, Brezilya, Türkiye, Nijerya ve şu anda yapmış veya yapmakta olan gelişmekte olan ülkeleri kapsayacak biçimde, toplamda 10 civarındaydı.

Sırada kimler olabilir?

Bu soruyu evirtelim:

Geçmişte bu işi becermişler, gerekli bilgiyi gelecekte kimlere nakledebilir? (Çin’in Pakistan’a atom bombası bilgisi naklettiğini biliyoruz.)

1. derecedekiler:

Japonya ve Almanya: 2. Dünya Savaşı’nın 2 faşisti ve 2 mağlubu. O zamandan bu yana aradan çok sular aktı. Almanya, BM Güvenlik Konseyi kalıcı üyesi olmak bile istiyor. ABD desen, iktisadi büyümesi gerilesin diye, Japonya’yı habire silahlanmaya iteleyip duruyor.

2. derecedekiler:

Brezilya ve Nijerya. Olasılık? % 50. Vade? Çok değil, 20 yıl.

Sürprizler:

GAC ve/ya Filipinler. (Avustralya veya Yeni Zelanda’da olabilir ama onların kullanma gereği yok.)

Aşırı sürprizler:

Libya ve Vietnam.

Libya atom bombasına sahip olsaydı, durumu mahvederdi. Ancak, bilgisel açıdan aşırı yalıtılmış durumda. Sahipler içinde, ona bilgi aktarmaya eğilim gösterecek ülke henüz yok, belki ileride olabilir.

Vietnam atom bombasına sahip olsaydı, şok bir durum yaratırdı. (Kullanacakları yer, Çin ve Japonya olacaktır.)

Soğuk Savaş döneminde % 51 topyekun imha olasılığı vardı. Şimdi, her an ‘Kumsalda’ (bir roman) olasılığı var.

Türkiye mi?

Tümüyle sezgi ama bence Türkiye bu işi halletti. Tam Türk işi halletti ama becerdi. En güzeli de, sevgili müttefiklerimizin buna hala aymaması…

Gelecek biziz, kumsala sizi de bekleriz… Yanınıza, baltanızı almayı unutmayın, çünkü 3. Dünya Savaşı için Einstein öyle buyurdu.

Gelecek program: ‘The Day After’ (bir film)…

(18 Ekim 2006)

‘Star Wars Minus 2’

ABD yıldız savaşlarındaki ikinci perdeyi açmış.

Öncelikle, Amerika'nın çıkarlarına düşman kabul edilen ülke ya da grupların uzaya çıkmasını engelleme düşünülüyormuş.

Tamam, Kuzey Kore ABD’nin çıkarlarına düşman diyelim. Ancak Çin için ne denecek? Veya Çin’in topraklarındaki uzay özel girişimcileri ne olacak?

Bunun yanısıra, ABD'nin ileri bir tarihte uzay faaliyetlerinde esnekliğini kısıtlayacağı düşünülen silah kontrolü anlaşmalarının reddedilmesi isteniyormuş.

Hayale bakar mısınız? ABD 50 yıl içinde Dünya’nın yörüngesine hevenk hevenk atom bombaları dizecek ve diğer tüm dünya ülkeleri bunu seyredecek.

Beyaz Saray, yeni uzay politikasının dünyanın yörüngesine silahlar yerleştirilen yeni bir dönemin başlangıcı olarak algılanmaması gerektiğini belirtiyormuş.

Demek ki anlamamız gereken şey, tam da öyle olacağı.

Toplamda bakılırsa, ABD uzaya ne Çin’in gitmesine izin verirdi, ne de Japonya’nın. Ancak, kimsenin ABD’den izin istediği yok. Zaten ortada uluslararası bir anlaşma da yok. Anlaşmanın olmadığı bir ortamda da, uzaya gitme yasağı, ancak uzay üslerinin bombalanmasıyla olur ki onu Pentagon bile düşünemez.

Bir hegemonun güçten düştüğü, kısırdöngülü veya bulanık bir konuda, tümüyle ‘tour de force’ amacıyla, ısrar etmesi ve yanılması biçiminde anlaşılır. Osmanlı deniz savaşlarında yenilirken, Fransa’daki çıplak kadın dansçıların yasaklanması için krala fetva gönderirmiş. Yankiler’inki de bu hesap.

O nedenle bu projeye ‘2’ değil, ‘-2’ dendi.

http://www.bbc.co.uk/turkish/news/story/2006/10/061018_star-wars.shtml

(19 Ekim 2006)

Afrika’nın Geleceği

Afrika’nın geleceği şu anda koskocaman bir hiç. Dünyanın en büyük çölünü barındırması gibi, geleceğin de en büyük çölünü barındırıyor.

Bunun nedeni beyazlar.

Ancak, beyazlar geldiğinde beyazlara siyah köleleri yine siyahlar yakalayıp satmış. Bugün içinse, nüfus azlığı değil, çok hızlı nüfus artışı sorunları var.

Afrika’yı beyazlar değil, ya kahverengiler (yani Hindistan), ya da sarılar (yani Çin) kurtarabilir. Böyle bir verimsizliğe karşı sabırla dayanmak, ancak kendi topraklarında da aynı sabrı gösterenlerin işi olabilir.

Afrika ve Çin arasındaki ticaret hacmi 2000’den 2005’e 10 milyardan 40 milyar dolara yükselmiş.

Yine Çin, petrol tüketiminin kaynağının % 21’ini Afrika’ya kaydırmış. (http://www2.dw-world.de/turkish/wirtschaft/1.200618.1.html)

Çin, 2005 sonu itibarıyla 50 Afrika ülkesinden 18.900 kişiye Çin’de eğitim olanağı sağlamış. (http://tr.chinabroadcast.cn/1/2006/10/18/1@59345.htm)

Çin-Afrika forumu Kasım 2006’da Çin’de düzenlenecek. (http://tr.chinabroadcast.cn/1/2006/10/18/1@59350.htm)

Güney Afrika Cumhuriyeti’nde kalabalık bir Hintli azınlık var.

Aynı sabrı henüz Türkiye’de kimsenin göstermediğini belirtmiş olalım. 1 milyar kişilik bomboş bir pazar. Çok geniş yerüstü ve yer altı kaynakları. Şimdi başlansa, 10 yılda ancak sonuç alınırdı. Olay, yüz bin dolarlık devekuşu çiftliği kurmak düzeyinde değil, trilyon dolarlık uranyum madeni düzeyinde tasarlanmalı. Ayrıca, Çin’le yarışmak tam da bizim öğrenmemiz gereken bir şey. Bunu egzersizini yapmış olurduk.

Tüm bu durumlara karşın:

Afrika gelecekte dünya hegemonu olabilir.

Bunun için en büyük neden şu olabilir: Çok büyük hızla geliveren yeni bir buzul dönemi G-7’yi yere çakar. Yani iklim gibi, elde olup da, işe yaramaz görünen bir neden devreye girer.

Diğer bir neden, Namibia’nın uranyum kaynakları gibi, yepyeni kaynakların bulunması olabilir.

Afrika bu durumuyla, gelecekbilim açısından çölün ortasında tam bir bilinmeyen olanaklar kümesi. Büyük Sahra’nın altındaki çok büyük tatlı su kaynağı gibi bir olasılık dağılımında.

(20 Ekim 2006)




ABD’de İlk Müslüman Vekil Olacak mı?

17 Ekim 2006 salı günü ABD nüfusu 300 milyonu geçti. Bunun 5 milyonu Müslüman imiş. Ancak bugüne dek, toplam 435 sandalyeli Temsilciler Meclisi’nde hiç Müslüman vekil olmamış. Olağanda, % 1,66 hesabıyla 7 veya 8 olması gerekirdi.

http://www.bbc.co.uk/turkish/news/story/2006/10/061018_muslim_congressman.shtml

Haber, bu kasım ayı başında yapılacak seçimdeki ilk müslüman aday Ellison’dan söz ediyor. (Devletçi ve ‘neo-con’ ağırlıklı Cumhuriyetçiler’e oranla daha demokrat kabul edilen ve azınlıklardan daha çok oy alan) Demokrat Parti’li Keith Ellison, Minnesota eyaletinin merkezi Minneapolis’ten adaymış. Kendisinin adaylığını Vietnam gazileri gibi ayrallar destekliyormuş. YMCA eğilimliler ise, onu Nazi veya Ku Klux Klan’cı türü bir kategoriye oturtuyormuş.

İlk adım olarak, girişimin başarı kazanması zor görünüyor. Ancak en azından seçmenler artık karşılarında böyle bir azınlığın bulunduğunu görmeye alışacaklar. Hispanikler, sarı ırktakiler, kahverengi ırktakiler, Afrika kökenliler seçimlerde genelden daha az az oy verme oranına sahipmiş. Bu da onların uzunca süredir, işlerin düzelmeyeceği umutsuzluğunda olduğunu gösterir. Siyah ve Müslüman bir aday onları yeniden sandığa götürebilir. Düşünün ki % 50’ye düşen seçimsel katılımda, sonucu %o 1 oran belirliyor duruma gelindi. Bu durumda, 2 milyon taze oy çok iş becerecektir. Temsilciler Meclisi’nde şimdiki hesapla kabaca 460.000 seçmen bir vekil ediyor. Siyahların gidişatı etkileyebilecek kalabalıkta oldukları seçim bölgeleri daha çok güneyde.

2006’dayız. Beyaz nüfusun toplamın yarısının altına düşeceği 2050’ye dek 10’ün üzerinde seçim var. Demek ki birkaç aşamada, demokrasi soytarılığına dönüşen iki partililiği aşıp, üçüncü bir parti kurulması dahil, yeni siyasal olanaklar yaratılması olasılığı için gerek-yeter zaman var. 1968 döneminde Kara Panterler’in yarattığı olumsuz bir imaj da mevcut. Bunun aşılması da gerekecek.

Görüyoruz: Zamanlar değişiyor, hem de hiç kimsenin hesaplayamadığı bir hızda. 1968’in imkansızı isteyen gerçekçiliğinin de ötesinin var olduğu, artık ufukta görünmeye başladı.

Bir gelecekbilim püf noktası: İktidar seçkinleri olsun, kitle olsun, geleceği tümüyle belirleyemezler. Ancak bazı kritik anlarda, kimi bir epsilon eylem, kimi durmak, yani sıfır eylem makro-makro sonuçlar yaratabilir. Öyle olmasaydı, dünya devrimleri gerçekleşmiş olmazdı.

Gelecek ufkunda başkalaşım var…

Dipnot 1: ABD, 50 eyalet için 2’şerden olmak üzere 100 senatör ve eşit nüfuslu seçim bölgelerinden oluşmak üzere 435 vekilli Temsilciler Meclisi’nden oluşan, 2 meclisli bir sistemle yönetilir. 2’sine birden ‘Kongre’ denir. Senato siyasal gidişatta daha çok ağırlık taşır.

Dipnot 2: 1961-1980 arasında Türkiye de 2 meclisli bir sistemle yönetiliyordu.

(20 Ekim 2006)

Dipnot 3: Ellison seçildi.

Dünya İşçileri Birleşecek mi?

150'den fazla ülkeden sendikacıları Avusturya'nın başkenti Viyana'da biraraya getiren üç günlük toplantıda, küreselleşme ve iç çekişmelerle mücadele etmeyi amaçlayan Uluslararası İşçi Sendikaları Konfederasyonu (ITUC) adı altında yeni bir girişim başlatıldı. Merkezi Brüksel'de bulunacak olan ITUC, 154 ülkeden, 300 sendikaya bağlı, 168 milyon işçiyi temsil edecek.

http://www.bbc.co.uk/turkish/news/story/2006/11/061101_unions.shtml

Eğer bu yeni oluşum G-7 ülkelerinde mücadelede öne geçerse, yeni dünya düzeninin karşısına alternatif bir güç olarak çıkar. Bugüne kadar mücadele daha çok sivil toplum örgütleri düzeyindeydi ve amatör düzeyde kalıyordu. Ancak sendikal mücadele düzeyine taşınan bu oluşum pazarlık gücüne sahip. Reel sosyalizm yenilmiş olabilir ama grev yenilmedi. İşçiler gerçekten isterlerse, sistemi durdurabilirler. Kimse bunun ayırdında değil ama reel sektör olmadan yaşam durur, dolayısıyla insanlar bunu olumsuz deneyimler yaşayarak öğrenecekler.

Kapitalizm var olduğu sürece, sömürü sürecek. Sömürü var olduğu sürece de, mücadele sürecek. Steinbeck’in çok güzel saptadığınca: Bu bitmeyen bir kavgadır.

Slogan değişti: Dünya işçileri birleşiniz. Kaybedecek zincirleriniz değil, çok güzel bir gelecek var. Ya o geleceği kendi ellerinizle yaratırsınız, ya da bir arabaya fit olup, yaşamlarınızın 50 yılı boyunca süslü köleliğe devam edersiniz.

(2 Kasım 2006)

Almanya’nın Değişimleri

2005 yılında 145.000 kişi Almanya’dan diğer ülkelere kalıcı olarak göç etmiş. Yanısıra, durumunu resmi olarak bildirmeyenlerin sayısı da 100.000 imiş. Bunlar, genelde 35 yaşın altında nitelikli işgücü imiş. Örneğin, ‘yuotube’u 1,5 milyara ‘google’a satanlardan Chad Hurley uzun yıllar Almanya’da yaşadıktan sonra, orayı terketmiş, çünkü bilişim sektöründe geleceğini parlak görmemiş. (Dünya Gündemi, sayı: 98, sayfa: 1 ve 14.)

Artı, emekli olunca güneşli ülkelere, örneğin Türkiye’ye yerleşen 150.000 civarında Alman var. Bunlar 100.000 avrodan ev aldılarsa, Almanya ekonomisi 15 milyar avro kaybetmiş demektir. Artı, ayda birkaç bin avroluk emeklilik paralarını da esmer ülkelere kazandırıyorlar demektir.

Nitelikli işgücü durumunda olanlarsa, bir mühendis şirketine 1’e 10-100 kazandırdığı için, 35-65 yaş arasında 30 yıl = 360 ayda, 245.000 kişi 5.000 avro maaşın katları olan 50.000-500.000’er avrodan, trilyonlarca avroluk artı değeri başka ülkelere taşıyacak demektir.

Bir de geçmişe bakalım:

1960-2000 arasında 1.000.000 kişi, Almanlar’ın yapmayacağı berbat işleri, hem de daha ucuza, hem de 40 yıl boyunca yaptı. Bu işleri yapmayan Almanlar okudu, mühendis oldu ve şimdi de ülkesini terketti. O Alamancılar Türkiye’ye en az 150 milyar avro nakit gönderdiler. Bu para da Türkiye’de hiçbir işe yaramadı.

Üzerine bir de şu Yimpaş’lar, yani yeşil sermayeler çıktı. Hadi Alamancılar’ı dolandırdılar, bir rivayete göre, epeyi Alman da ve İsviçreli de onlara para kaptırmış. Hesap, bir rivayet 2, bir rivayet 20 milyar avro.

Şimdi ulu ekonomistler kendilerince bu durumu açıklayacak bahaneler bulabilirler. Ancak, işletme okumuş ve 10’un üzerinde ekonomi dersi almış biri olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki bu hesap (veya çapraz bulmaca) soldan sağa da yanlış, yukarıdan aşağıya da yanlış. Bunu da dünyanın en disiplinli insanları olarak bilinen bir ulus yapıyor.

İşte bu nedenle kapitalizmin, yeni dünya düzeninin, neo-emperyalizmin, şunun bunun evdeki hesabı çarşıya uymuyor. Bağdat’a pirince giderken, Berlin’deki bulgurdan da oluyorlar.

(2 Kasım 2006)

Uyuşturucu Sorununun Geleceği

“Polis, son 9 ayda 6 bin 17 uyuşturucu operasyonu düzenledi, 12 bin 727 kişi yakalandı, baskınlarda yaklaşık 80 milyar YTL'lik uyuşturucu ele geçirildi.

Emniyet Genel Müdürlüğü Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Daire Başkanlığı verilerine göre; polis Türkiye genelinde 6 bin 17 uyuşturucu operasyonu gerçekleştirdi. Bu operasyonlarda gözaltına alınan 12 bin 727 kişiyle birlikte toplam 7 ton 180 kilo 159 gram esrar, 5 ton 955 kilo eroin, 63 kilo 21 gram kokain, 181 kilo 923 gram afyon, 486 kilo 991 gram baz morfin ile 9 milyon 838 bin 316 adet Captagon, 1 milyon 268 bin 327 adet Ecstacy hap ve 18 bin 512 adet sentetik ilaç ele geçirildi. Ele geçirilen uyuşturucuların Türkiye'de sokaktaki satış fiyatı üzerinden değerinin yaklaşık 80 milyar YTL olduğu belirtildi.”

(Radikal, 31.10.2006.) (Dolar yıl ortalaması = 1,5 YTL.)

Şimdi bu yakalanan miktar. Yakalanmayan miktar ne? 2 katı, 5 katı, 10 katı mı?

Dünya uyuşturucu trafiğinin % 10-15 arası Türkiye’den geçiyor. Bu da 100-150 milyar dolar ciro eder. Ana trafik Güney Amerika’dan Kuzey Amerika’ya, Altın Hilal’den (Orta Doğu ve Orta Asya) dünyaya, Altın Üçgen’den (Hindiçini) Avrupa’ya biçiminde… En son, taa Bolivya’dan Türkiye’ye kokain taşıyan biri yakalandı ki bu kokain pazarının Türkiye’de büyümekte olduğuna işaret.

Uyuşturucunun global cirosu 1990’da 500 milyar dolardı. (Habib Bektaş, Uyuşturucu Batağı, Milliyet Yayınları, Ekim 1991, 206 sayfa, safya: 33.)

Uyuşturucunun global cirosu 2005’te 1 trilyon dolardı ve 250 milyon sürekli kullanıcı vardı. (İnterpol raporları ve BM raporları.)

Dönelim sayılarımıza:

En son gazete haberlerinde ektazinin 5, hırsızların kafa yapıcı hapının 1,5 YTL olduğu yazıldı. Demek ki reel fiyat düşüyor. Bunu enflasyonu götürücü bir miktar sayarsak, ölenleri de sayarsak (ki çok büyük bir yüzde tutmuyor), birilerinin artık bağımlı değil, sürekli kullanıcı olduğu ortaya çıkar. Bağımlı ölür, öldürür, vd. Kullanıcı beyaz yakalıdır, işini sürdürür, vd. Bu çok önemli bir ayrım: Dünyada 200 milyon insan (en az) 15 yıldır uyuşturucu ile birlikte yaşıyor. Demek ki uyuşturucu mitlerinin gözden geçirilmesi gerekli.

Ek bilgi: Dünya sigara ve alköllü içki pazarı da, ayrı ayrı olmak üzere, uyuşturucununkinin yarısı ile tamı arasında seyrediyor. Genelde kuru ile yaş birarada gitmez. Uyuşturucu kullanıcılar genelde sigara kullanır ama alkolcüler epeyi daha az uyuşturucu kullanır.

Diğer bir deyişle, 6 küsur milyarlık dünya nüfusunun 600 ila 750 milyonu zehir tüketiyor.

Neden?

Çünkü çok karlı bir iş ve kullanmamayı içeren bir yaşam biçimi hegemon güçler tarafından üretilemedi. Bir de, bu uyuşturucu kullananların birer kişi öldürdüğünü düşünün. Eminim, Rusya ve Çin devrimlerinden daha etkileyici bir dönüşüm olurdu.

O nedenle, bu yeni orduyu küçümsemeyelim: Nihilistler ordusu. Silahları kendi ölümleri. Hiçbir sistemi takmıyorlar, idam, şu bu onları durdumuyor.

Mahşerin 4 atlısı ecel, kıtlık, salgın ve savaş arasına beşinci ve yeni bir atlı geldi gibi…

Sevgi Soysal’ın dediği gibi: Hoş geldin ölüm. Tezer Özlü’nün elektroşok masasında söylediği gibi: Devrimi bensiz sürdürün…

(4 Kasım 2006)


Turizmin Geleceği

Dünya turizmi 2003’te 525 milyar dolardan % 10 büyüyerek, 2004’te 575 milyar dolara çıkan bir pazar olmuş. Dünya turizm pastasından ABD % 12, İspanya % 8, Fransa % 7, İtalya % 6, Türkiye ise % 2 pay almış.

http://www.anadolu.be/2005-03/22.html

Türkiye 2005’te 16 milyar dolar gelirle dünya pazarının % 2,5’una sahip olmuş. Bu da 640 milyar dolarlık global pazar demek.

www.turkey-now.org/db%5Cdocs%5C%5CTourism06.doc

Bu gerçek veriler, bundan 10-15 yıl önce konun uzmanları tarafından tahmin edilmişti. Demek ki pazar araştırması gayet iyi yapılmış.

6-9 Kasım 2006 tarihleri arasında Londra Excel fuar merkezinde yapılacak olan ve bu yıl 27’ncisi düzenlenecek WTM’ye (World Trade Market = Dünya Turizm Pazarı) 202 ülkeden 50.000’e yakın turizmcinin katılımı bekleniyormuş. Bu işin kalbi onlarmış.

http://www.turizmgazetesi.com/news/news.aspx?id=32251

2007 programına göre, Türkiye’nin turizm gelirlerinin % 9,2’lik bir artışla, 19,8 milyar dolara ulaşması öngörülüyor. Turizm giderlerinin ise yüzde 11,8 artarak 3,2 milyar dolar olması bekleniyormuş.

http://www.turizmgazetesi.com/news/news.aspx?id=32286

Türkiye 500 dolarlık ‘herşey dahil’ programı ile, Akdeniz kıyısındaki tüm AB ülkelerinin pazarını alabilir. Zaten Protekiz, İspanya, İtalya ve Yunanistan’ın son yıllarda turist sayısı ya sabit, ya da düşüyor. ABD’yi geçemeyeceğimize göre, Türkiye % 8 ile ikincil ülkeler ortalaması artı zorlamayla % 1-5 daha AB’nin Akdeniz kıyılı ülkelerinden olmak kaydıyla, 10 yıl içinde dünya pazarından maksimum % 10’luk bir pay alır. Ancak, genel eğilim olan yıllık % 10 ortalamayla büyüme sürerse, bu 2011’de 1 trilyon dolarlık bir pazardan 100 milyar dolar ciro almak demek.

Ancak, konunun fırsat maliyeti de var. Nasıl ki ihracat satılan malın iç pazardaki fiyatını yükseltirse, turizmin dışarıya sattığı mallar ve hizmetlerde de iç piyasanın fiyatı artar ve bu ciddi bir enflasyonist baskı demek olur. Düşünün ki iç piyasanın % 25’ini (= 100 turizm / 400 GSMH) çekmeye başlamışsınız.

Konunun kültürel yanı da var: Turizm kültürel dejenerasyon yapıyor. Bunun için, Alanya’da üstsüz batılıların yanındaki sıkmabaş bizimkileri görmek veya Side’deki güllü yaşlı bayanları anımsamak yeterli.

Dünya pazarına gelince:

AB ülkelerinin vatandaşları zaten yıllardır tatilini yurtdışında yapıyor. 15’ten 25’e çıkan üye sayısı, nüfusu yalnızca % 25 arttırdığı için, bu kadarlık bir büyüme öngörülebilir.

ABD ise bir fenomen. Tüm dünya ülkelerinden oraya gitmek büyük sorun ama en çok yabancı turisti de onlar topluyor. Adam başı harcama yine orada en yüksek. Turizmin kabesi orası. Hadi plaj niyetine Florida var diyelim, tarih nerede? Hoş, arkeolojik turizmin geniş kitleler için bir anlamı var mı, o da belli değil. Kumar turizmi veya fuhuş turizmi çok daha geniş bir pazar.

Afrika ise ters bir fenomen. Ekvator göbeğinden geçiyor ama turizm sıfır. Hoş, siyasal istikrar olmayan yere kimse gitmek istemez ama Çin yavaş yavaş o pazara da gireceğe benzer. Çin-Afrika zirvesinde bu konu muhakkak görüşülmüştür.

Eğer geleceğin uçakları, özellikle çok uzun mesafeleri çok daha çabuk alabilirse, tüm 3. Dünya turizmden payını alır. Tersi durumda, ‘Aşk Gemisi’ gibi, deniz turizmi gündemde kalır. Sonuçta pazar büyüyecek, dolayısıyla ürün çeşidinin de artması gerekli. Örneğin Afrika, safari turizmini çok çok büyütebilir.

Böyle giderse turizm, uyuşturucu pazarından sonra, en büyük pazar olacak, belki onu bile geçecek, zaten çok yakında uyuşturucu turizmi de patlar.

Sözü şununla bağlayalım: Türkiye’de birilerinin sınıf atladığı belli. Yılda 2 milyon Türk tatilini yurtdışında yapıyor, 10 yıl önce bu sayı pratikte sıfırdı. Bu gidişle o sayı 4-5 milyonu bulur.

(6 Kasım 2006)

Türkiye’de Nükleer Santralın Geleceği

Türkiye’de enerji açığı var. Bunun için nükleer santral yapılması isteniyor. Bunun için hükümet harekete geçti.

“Amerika'nın Nükleer Enerji Kanunu 1.325 sayfadır. Amerika'nın, ayrıca, 568 sayfalık bir Nükleer Atık Politikası Yasası var… Amerika'da nükleer operatör lisansı almak için uyulması gereken standartlar 630 sayfa uzunluğundadır.”

http://www.milliyet.com.tr/2006/11/08/yazar/munir.html

Hükümetin Meclis'e gönderdiği tasarı 3 sayfadan ibaretmiş.

Hükümetin kurumasını istediği 5.000 mW’lık üretim için 10 milyar dolarlık finansman gerekiyormuş. Bu paranın nasıl temin edileceği belli değilmiş.

Santralın ömrünü tükettikten sonra sökülmesi, inşaatından daha pahalıymış. Sökülme masrafının kimin tarafından karşılanacağı, bu masrafın elektrik maliyetine dahil edilip edilmeyeceği de meçhulmüş.

Santralın yapım ve işletimi aşamasındaki çevre kriterleri, yakıtın taşınması, atığın depolanması, santralın fiziki güvenliği devletin halletmesi gereken sorunlarmış ama tasarıda haklarında bilgi yokmuş.

Kısacası, tam Türk usülü işe girişiyoruz. Çernobil faciasından ders almayıp, çayları höpürdeten bir devlet geleneğinin olduğu bir ülkede bu işler böyle yürüyor.

Tam da üzerine geldi: 7 Kasım 2006 tarihinde İstanbul’da deprem tatbikatı yapıldı. Sonuç facia: Yollar açılmadı, ana görevliler merkeze ulaşamadı, gemiler yangına değil, gazetecilerin üstüne su fışkırttı.

Türkiye bir deprem bölgesinde yer alıyor. Ne depreme hazırlık yapan, ne de nükleer santral kurmayı beceremeyen bir hükümet, o santral depremde zarar görürse, hesabı nasıl verecek?

Türkiye’nin enerji sorununu çözmek için önce tasarruf gerek: Bu yolla % 25 azalma sağlanabiliyor.

İkincisi, mikro enerji üretiminde verimi arttırıp, maliyeti düşürüp devletin yükünü hafifletmek gerekiyor.

Üçüncüsü, alternatif enerji kaynaklarına yönelmek gerekli. Tüm turizm bölgelerinde güneş enerjisine kayış denenmeli. Jeotermal enerji konusunda yeni olanaklar açıldı, konut ısıtmasında oraya yönelinmeli.

Nükleer santral sonuncu seçenek olmalı. Henüz kamuoyu ayırdında değil ama AB’deki yüzlerce nükleer reaktörden herhangi biri, teröristler tarafından kolaylıkla bir Çernobil faciasına dönüştürülebilir. Çernobil göreli ıssız bir bögedeydi. Ancak herhangi bir olayda, sık yerleşimli AB’de on milyonlarca kişi ya ölür, ya da uzun vadede sağlık sorunları yaşar.

Unutmayın, zaten çocukluğumuz karanlıkta geçti. Gelecekte de nükleer bir faciadansa, karanlıkta oturmak yeğdir. Ya da bu işi kitabına uygun yapacak birileri çıksın, onlar yapsın.

(8 Kasım 2006)

Saddam Hüseyin Asılacak mı?

Evet. (Belki Miloşeviç gibi kalp krizi geçirmiş gibi ölür.)

Bunun olası sonuçları neler?

Mısır devlet başkanı Hüsnü Mübarek’e göre terör olayları artacak.

http://www.bbc.co.uk/turkish/news/story/2006/11/061110_saddam_mubarak.shtml

MI5 (İngiltere’nin CİA’sı) başkanına göre arttırdı bile.

http://www.bbc.co.uk/turkish/europe/story/2006/11/061110_mi5head.shtml

Sabotajlar nedeniyle, Irak’taki petrol üretimi yarıya düşmüştü, daha da düşecek.

http://www.bbc.co.uk/turkish/news/story/2006/03/060320_iraq_three_years.shtml

Yapılan bir anketteki binlerce kişiye göre, dünya daha güvenilmez bir yer olacak.

Türkiye’deki Sonuçlar:
Soru: Irak'ta yabancı asker kalsın mı?
Kalsın: %18
Irak hükümeti isterse kalsın: %10
Kalmasın: %45
Soru: Savaş terör riskini artırdı mı?
Artırdı: %64
Bir şey değişmedi: % 14
Azaldı: % 6
Soru: Saddam Hüseyin'i devirmek nasıl bir karardı?
Doğru karardı: % 22
Hataydı: % 55

http://www.bbc.co.uk/turkish/news/story/2006/02/060228_iraq_poll.shtml

Irak bölünecek. Kürtler ve Şiiler, bir olasılık petrolü ABD’ye yedirmeyecekler. Bir olasılık pastayı Çin kapacak, çünkü bölge için geçmişsel olarak en nötr ülke o.

Bölge devletlerinde iç savaş, halk isyanı, darbe gibi olaylar artacak.

ABD bir kez daha yenilmiş olacak ama buna bir kez daha aymayacak.

AB, en zararlı türden olan, bana bulaşmayan yılan bin yaşasın, tavrını sürdürecek. % 5 orandaki Müslüman nüfus da olaylar çıkaracak.

Çin ve Rusya durumdan yararlanıp daha da güçlenecek.

Saddam ne zaman asılacak?

Yeni yıldan önce değil, öbür yılda değil.

(10 Kasım 2006)

Dipnot: Saddam Hüseyin 30 Aralık 2006’da asıldı.



ABD’de Seçimlerden Sonra Neler Değişecek?

İran’a savaş açılması olasılığı çok düştü. Tabii diğer, Suriye’ye ve diğerlerine de… Irak atağının sonucu belliydi ama kimse bunu önceden görmüyordu. Bunu ise herkes görüyor.

Seçimlere katılma oranı 5 puan artabilir, çünkü artık bazı siyasal sonuçlar seçimler aracılığıyla değiştirilebilmeye başladı. Eskiden hiçbirşey değişmezdi. Şimdi de değişeceği kesin değil.

Göçmen politikası gevşer ve bu ABD’ye zarar verir. Meksikalılar’ı kastetmiyorum, daha çok Asyalılar’ı kastediyorum. Siyahlar ve Hispanikler’den farklı olarak Asyalılar, kültürel kökenlerine çok bağlı. Yankileşmeyeceklerdir.

Hillary Clinton’a başkanlık yolu açıldı. Yine de ayırsayalım: Eski başkan karısı olmasa, tek başına bir kadın ABD’de hala başkan olamaz.

Müslüman zenci vekil, azınlıklara iktidar yolunu tümüyle açtı. Şerh: Maalesef seçilirken Musevi desteğini arkasına aldı. Kapalı kapılar ardında kimbilir ne satışlar döndü.

İlk sosyalistten sonra, ilk komünist vekil de Kongre’ye girebilir. Şerh: Her ikisini de asla ve kata ciddiye almıyorum. ABD’den sosyal demokrat bile çıkamaz. Açlara yardım, burjuva geleneğidir, sosyal demokrasi değil. Diğer bir deyişle, sosyal demokrasi bunu bir ideoloji olarak görür, ABD’liler herhangi bir şeye ideolojik olarak bakamazlar, Chomsky dahil.

Başkan ve yardımcısından sonra, 3. nolu ABD vatandaşı olan Temsilciler Meclisi başkanı olan demokrat kadın vekil, kadınlara, dolayısıyla bayan Clinton’a da yol açtı. Şerh: Rice’ın yaptıklarından sonra, kadınların siyasette olumlu şeyler yapabileceği düşüncesi ciddi yaralar aldı.

Demokratlar gerçekten demokrat olmak zorunda kalacak. Liberal-demokratlar sosyal demokrat gibi yapamayacak. Ya da: Dünya var ve orada. ABD kafasına vurula vurula bunu er geç anlayacak.

Bağımsızlar gidişatı giderek daha çok etkileyecek. Tüm dünyadaki gibi. Türkiye’deki gibi.

3. parti olasılığı hala ortada yok. 2 partili yaşama demokrasi denmiyor.

ABD küçük de olsa, bir geri çekilme politikası izleyeceğinden, 10-15 yıllık bir duralama daha yaşayacak. Çin, Rusya ve AB, ABD’yi güle oynaya sollayacaklar.

Latin Amerika, bir soluk daha alarak, ABD’nin gölgesizliğinin imkansızlığından 5-10 adım uzaklaşacak. Ancak, bu olumlu bir son demek olmayacak.

ABD mali politikalara ağırlık vererek, dünya ekonomisini birkaç kez dipten tepeye sallayacak. Tabii, dışarıya 1 zarar verirken, kendi 3 zarar görerek.

Irak mahvolacak, aslında oldu bile. ABD çekilince, daha da beter olacak. Şerh: Türkiye açısından konuyu yazmayı metin dışı bıraktım.

Türkiye şahinler tarafından korunduğu için, demokrat iktidarından zarar görecek ama bu pek açıkça olmayabilir.

ABD halkı bir 20 yıl daha lümpen apolitik kalacak. Sonra kafalarına düşen taşlar nedeniyle, gözlerini yavaştan açarlar. Tabii ki geç kalırlar.

11 Eylül 2001’den sonra, ABD’nin gerçek ve kesin bir geri adımı daha yazıldı. Bunlardan 10 tanesi ABD’nin ilk 5’in altına düşmesi, 20 tanesi ilk 10’un altına düşmesi demek olacak. Bundan sonra ilk (veya gerçekte üçüncü) adım 2020’de, ikincisi (veya gerçekte dördüncüsü) 2030’da muhakkak gerçekleşmiş olacak. Ancak, henüz bu ilk 2 adım için negatif tepkiyi ABD veremedi. Ötekiler / gelecektekiler için, global düzeyde ve birikimli olarak çok büyük zararlar sözkonusu olacak.

Şerh: Anımsayalım: Osmanlı İmparatorluğu 300 yıl dayanıp, 20. Yüzyıl’ın başında kendi hatası ile yıkılırken, Rusya Çarlığı’nı da mezara kendiyle birlikte götürerek, dünyanın ilk devriminin gerçekleşmesine kesin katkıda bulundu ki o olmasaydı Çin Devrimi olamazdı, o devrim olmasaydı, bugünkü Çin olamazdı. Çin, dostluk adına gerekeni çoktan yaptı am bizimkiler bunu görmedi ne yazık ki.

Artı: SSCB’siz Türkiye Cumhuriyeti, 83 yıl sonra sıfır olduğunu kanıtladı, hem de mağlup değilken, gönüllü teslim ile.

Toplam: İşte bu nedenle, tarihin neden-sonuç ilintileri bir tuhaf ilerler.

Özetlersek: ABD çökerken, epeyi gücü kendiyle birlikte gömecek ve aynı zamanda yeni bir kültürün reenkarnasyonuna yol açacak ama bunu asla istiyor olmayacak, tıpkı İngiltere’nin 1789 Fransa Devrimi’nde önce ama ona koşut bir biçimde, kendi hatalarıyla ABD’yi yaratıp, yepyeni ve bambaşka bir dünya kurulmasına yol açtığı gibi.

En uç tahmin: ABD’nin bazı parçaları, Brezilya’nın vassalı olacak: Yıl 2100.

(10 Kasım 2006)

3. Dünya Savaşı Çıkacak mı?

Amerika Merkez Kuvvetleri Komutanı Orgeneral John Abizaid, dün Harvard Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada, ABD’nin aşırı islamcılığa karşı direnmesi gerektiğini, tersi durumda Üçüncü Dünya Savaşı’yla karşı karşıya kalınacağını söylemiş.

http://www.voanews.com/turkish/2006-11-18-voa4.cfm

Abizaid, şu andaki İslam’ın konumunu 1930’lardaki faşizmin yayılışına benzetmiş. Tabii ki yanılmış.

İtalya ve Almanya, o tarihlerde G-10 içinde yer alıp, başaltından başa güreşmek için, emperyalistçilik oynuyorlardı, çünkü sömürgecilik döneminin talanını, en geç birleşen ülkeler olarak kaçırmışlardı.

İslam’ın ekonomik kavgası yok. Tam tersine, asıl Arap ülkeleri olmak üzere, sömürülmeye ses çıkarmayıp, konuyu ideoloji / maneviyat düzeyinde ele alıyorlar.

Ayrımlara devam: O zaman saldıran da saldırılan da, hem Avrupalı idi, hem de Hristiyan. İslam ise, Afrika ve Asya’da yaygın. AB ve ABD Asya’da hiçbirşey yapamaz. Avrupa’da ise İslam azınlık konumunda. Bu, eski literatürde topyekun savaş olarak bilinen kavramı, bugünlerde sivil savaş, yani asker olmayanların savaşı durumuna çevirdi. Bu durumda bir tek AB’nin sorun çıkarması gerekli ama onlar da korkudan seslerini çıkarmıyorlar ya da her zamanki boşvercilikleriyle, kötü sonu ertelemeye çabalıyorlar. ABD’de ise sorun İslam, yani dinsel azınlık değil, ırksal azınlıklar. İronik biçimde azınlıklar, Asyatik, Hispanik ve Afro olmak üzere, kendi içinde makro bölümlere sahip ve bunlar da kendi aralarında birbirlerine karşı da ırkçılık yapıyorlar. Böylelikle, beyazlara karşı mücadele enerjileri tükeniyor.

Asıl sorun, İslam sorununu ABD’nin kendi yaratmış olmasında yatıyor. Köktendinci terörün kökü olan Suudi Arabistan’ı ve Afganistan’ı bu hale ABD getirdi. Dolayısıyla bu güçler, ABD’yi nasıl yeneceklerini de biliyorlar. Hani, eski takımına karşı bir takıma transfer olup, onu yenen antrenörler olur ya, onun gibi.

Abizaid, Amerika’nın Irak Savaşını kaybettiği savına karşı çıkıyor ve savaşa desteğin azalmasından basını sorumlu tutuyormuş. Bu tutum, onu şahin olmaktan çıkarır, akbaba yapar. Ancak, onun dönemi de geçti, şimdi geçici olarak güvercinlik moda.

Yani:

Üçüncü Dünya Savaşı çıkacaksa, bunu ABD çıkaracak, İslam değil.

(20 Kasım 2006)

Çin-Hindistan Yakınlaşması

Çin ve Hindistan 1962 yılında bir sınır savaşından sonra, diplomatik ilişkilerini askıya almış.

Son yıllarda Çin, tüm dünyaya yayılan dış politikası nedeniyle, Hindistan’la da yakınlaşmış.

1991-2005 arası yıllarını içeren 15 yılda, Çin-Hindistan ticaret hacmi yılda 1 milyar dolardan, 20 milyar dolara çıkmış.

http://www2.dw-world.de/turkish/kommentar/1.204611.1.html

Çin’in dış ticaret hacminin (ihracat-ithalat toplamının) 1,5 trilyon doları bulduğu düşünülürse, bu henüz çok küçük bir miktar.

Bunun yılda 300 milyar doları bulduğunu düşünün.

Burada ilginç bir gösterge var:

Sudan’da ortak petrol tesisleri işleten iki ülke, Darfur’da yaşanan insan hakları ihlallerini görmezden gelmeyi yeğliyor.

Çin ve Hindistan’ın bugünkü durumunu düşünürsek, bugüne dek böyle bir şeyi ne AB ne ABD yapabildi, ne de eski SSCB’ye veya Japonya’ya böyle hoşgörü gösterildi.

Çin ve Hindistan birbirinin rakibi. Her açıdan öyle. 2050 sonrasının dünyasını, onların bugünden hazırladıkları, barış ya da savaş koşulları belirleyecek.

Çin’in de, Hindistan’ın da en büyük özelliği, 1. veya 2. Dünya olmadan, 3. Dünya’dan 1. Dünya’ya doğrudan sıçlamaları. Buna bir de Yeryüzü’nün en kalabalık 2 ülkesi olduklarını ekleyin, o zaman ortaya ABD’nin bugün yarattığı her tür (çevre, nükleer savaş, vd) sorunun en az 10 katı büyüklükte sorunlar demek olacak. Üstelik, ABD’yi önce eski SSCB, şimdi de AB frenledi ve frenleyecek ama bu 2’sini kimse frenleyemez. Ortak kararları dünyanın fiili çoğunluğunun kararı demek olacak. O zaman BM de devreden çıkar veya çıkartılır.

Tüm bunlara bakınca, şaşırtıcı bir gelişme ama 2025-2050 için, Rusya ve Japonya onları frenleyebilir. Burada batı dili diplomasi değil, Asyalı / doğulu diplomasi dili hepsi için ortak payda. Nasıl olsa, anlaşırlar.

Yani:

Hoş geldin Gargantua-ikiz bebek, yaşamak sırası sende…

(27 Kasım 2006)

MİT’in 80. Yılı

Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) Müsteşarı Emre Taner, kurumun 80. yılı nedeniyle yaptığı açıklamada ilginç noktalara değindi.

http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=209306

Bunları temel 4 başlığa daraltalım:

Ulus-devletler için kritik dönem gelmekte:

Çok çok doğru ama bir eksik küçük ayrıntı var: AB örneğinde olduğu gibi, ulus-devletler bayraklarını, paralarını, hatta anayasalarını gönüllü olarak tarihe gömebilmekte. Tabii bunun için geçerli bir nedenleri var: 1500-2000 arasındaki 500 yıllık savaş süreci.

Keza Türkiye, AB’ye başvurarak, aynı yola baş koyduğunu 20 yıldır öne sürüyor. Bu durumda MİT, Türkiye’nin parçalanmasına mı, AB’ye girişe mi karşı çıkıyor belli olmuyor.

Tehditler iyi algılanmalı:

Doğru deniyor da, siz hiç şimdiye dek, ABD’in Türkiye için tehlikelerini anlatan bir andaç duydunuz mu?

Bekle-gör-tavır al tutumu yanlıştır:

Bu tumu hep yanlıştır. Yanlış olduğu PKK ve Kuzey Irak sorunlarından bellidir. Ancak bir sorun daha var: 1950-2000 arasındaki pasif iç ve dış siyaseti, aktif öngörülü fütürolog yetişmesini engellemiştir, çünkü yetişecekler hapse atılmıştır.

Güçlü bir istihbarata ihtiyaç var:

Tam durumdan görev çıkarma alaturka fırsatçılığı. Hemen kendilerini göreve çağırıyoruz ve ABD’nin Suriye ve İran’a saldırma tarihlerini 1 ay hassasiyetle öngörmelerini rica ediyoruz.

Toparlarsak:

Geç kalınmış bir doğruya intikal. Tanzimat’tan beridir gördük ki geç intikalin hiçbir işlevi yok. Düşmanlarımızın işine yarıyor ama kendimizin değil…

Anti-emperyalist biri olarak açıkseçik belirtiyorum ki eğer Türkiye emperyalist olmazsa, parçalanacaktır. Bunun sorumluluğu da tümüyle kendisindedir ama parçalanan bir Türkiye 500 milyon kişiyi kana ve gözyaşına boğacağı için, yeğlenen bir yol olmasa gerektir.

MİT bu durumu 80. yılında intikal etti. Biz de Cumhuriyet 100. yılına varmadan intikal edelim.

(6 Aralık 2006)

Kuzey Irak ve Türkiye

Şöyle bir soru var: Türkiye Irak’ta neden baş aktör değil?

Bu soruyu soran, Ürdün’de yayınlanan ‘El Rey’ gazetesinden yazar Sultan El Hattab (kaynak: Dünya Gündemi), yavaşlığı nedeniyle Türkiye’nin karar mekanizmalarının çabuk tepki veremediğini vurgulamış.

Br noktayı atlamış:

2003-2006 içinde eğer Türkiye, Kuzey Irak’ta bir şeyler yapsaydı, ABD ile çatışırdı. Hoş, gizliden yaptı, o ayrı konu.

Türkiye’nin elinde 7 koz var:

1. BM’nin Kasım 2003’teki, Türkiye’ye terör nedeniyle sınır ötesi harekat hakkı tanıyan kararı.

2. ABD’nin er geç Irak’tan çekilecek olması.

3. Talabani ve Barzani’nin aymazlığı ve yanlış ata oynamışlığı.

4. Sünni ağırlıklı bir ülke olmasına karşın Türkiye’nin, Iraklı Şiiler’in desteğini almış olması.

5. Korucuları ve Kuzey Iraklı Türkmenler’i silahlandırıp savaş meydanına sürebilecek olması.

6. NATO üyesi olması. Yani AB hiçbir biçimde Türkiye’nin edimlerine karşı çıkamaz.

7. Öcalan hala sağ ve çıkarı gereği Türkiye’nin yanında saf durmak konumunda.

Bu noktaları da atlamış.

Türkiye’nin aleyhinde de epeyi durum var:

1. Rusya ve İran’ın Kuzey Irak konusunda Türkiye’nin yanında olmaması. Oysa Türkiye, onlarla işbirliğine gitmeye çabalamak durumunda kalabilir, çünkü AB yolu bitebilir.

2. Kuzey Irak’ta çalınan C-4 patlayıcıların, PKK’nin eline geçmiş olması. Bu, Türkiye’nin sınırları içinde yeni terör eylemleri demek.

3. ABD ve Türkiye artık ayrı yollarda. ABD, daha önce yaptığı gibi PKK’yi destekleyebilir.

4. Çin her durumda, herkese zarar verecek en zul seçeneği deneyecek, çünkü ona Irak’tan petrol verilmedi. Örneğin, Güney Kıbrıs’la yakınlaşmaya başladı bile.

Bu noktaları atlamışsa bile, onun savına destek olacak dayanaklar bunlar.

Ancak, Türkiye savaşmak durumunda: Ordunun darbe yapmaması için, TÜSİAD’ın yeni iş alanları için, diğer iktidar seçkinleri de savaşı destekleyeceği için, savaşmayı unuttuğu için, emperyalist olmazsa parçalanacağı için, uluslararası hukuk izin verdiği için, AB dışında seçenekleri olduğunu kanıtlamak için…

İlk savaşacağı yer de Kuzey Irak. Zaten oraya daha önce kezlerce girdi. Stratejik açıdan bildiği bir coğrafi bölge.

Savaş çıkarmak zordur. Bu süreç 23 yılını bitirdi. Artık koşullar olgunlaştı. Başlayan savaşı bitirmek, başlamaktan daha zor olduğu için, en az 25-30 yıllık bir savaştan söz ediyoruz demektir.

Dolayısıyla kısa ve açık:

Türkiye Kuzey Irak’ta baş aktör durumunda, diğer bölgeler onu ilgilendirmese de, oralarda da gerekli manipülasyonları becerir. 50 sene de öyle kalır.

(7 Aralık 2006)

Dolar Çakılacak mı?

Geçtiğimiz hafta, dünyanın dördüncü büyük petrol üreticisi olan İran, petrol satışları dahil, tüm uluslararası ticaretinde dolardan vazgeçip, avro kullanacağını açıkladı.

Bugün de Venezüella petrol bakanı, aynı seçeneği değerlendirdiklerini açıkladı.

Dünyanın en büyük dolar rezervi Çin’de. 1 trilyon doların üzerinde rezervi var. Bir de onun, tamamen değilse bile, parçalı olarak avroya döndüğünü düşünün. Bunun için nedeni var: ABD sürekli Çin parasının değerinin yükseltilmesini istiyor. AB kendi parası içi böyle bir şeyle uğraşamayacak denli, global perspektiften uzak bir oluşum.

AB’nin avro kullanan ülkeleri avroya geçtiğinde 1 dolar 1 avrodan çok ediyordu. Şimdilerde parite 1 avro = 1,25 dolar civarında.

Ulusal paraların birbirine göre çapraz değerini, ekonomilerinin durumu belirler. Örneğin, Türk lirası ve ABD dolarının birbirine göre reel oranı (enflasyon arıtılmış değer olarak) 2 liberalizm dönemi olan 1983-2002 arasında kabaca aynı kalmıştır. 3. liberalizm 4 yıldır, doların değerini düşürüp, liranın değerini arttırdı ama seçim yılında onun da dengelendiğini göreceğiz.

Dönelim ana konumuza:

Şu andaki oran, 500 milyar dolarlık bir miktarın avroya dönüştürülmesi durumunda, pekala avronun dolara karşıki değeri 1,5’ları geçebilir. Türkiye’de 3-4 milyar dolarlık bir talep doları 2-3 günde % 10 arttırabiliyor. Dünya ekonomisi de Türkiye’ninkinin kabaca 100 katıdır. Ona göre kestirim yapılabilir.

Kimse, böyle bir hareketi ABD’ye gıcıklığından yapmaz. İran yapıyor, çünkü yapabilir, çünkü ABD’ye değil, tümüyle AB’ye petrol satabilir, bunu AB de ister üstelik. Venezüella ise, ABD yerine, Çin’e petrol satarsa, bunu yapabilir, yoksa ABD onları feci hırpalar.

Böyle bir dönüşüm 1-2 yılda değil de, 4-5 yılda becerilebilir. Dolayısıyla, yakın vadede değil ama orta vadede ABD ekonomisi ciddi bir darbe alacak demektir.

Dipnot: Bu olasılık, 10 yıldan fazla bir süreden beridir ekonomistlerin tartıştığı bir olasılıktı. Yani yeni bir sürpriz sözkonusu değil.

http://www.bbc.co.uk/turkish/news/story/2006/12/061222_venezuela_dollar.shtml

(25 Aralık 2006)

Dipnot: Kasım 2007’de Çin, dolar rezervlerinin bir bölümünü satıp avro alacağını açıkladı.

Robotlara da İnsan Hakları Verilecek mi?

İngiltere hükümetinin geleceğe hazırlık için hazırlattığı 270 farklı rapordan birinde, gelecekte robotlara insan hakları verilip verilmeyeceği tartışılmış.

http://www.bbc.co.uk/turkish/europe/story/2006/12/061221_robots.shtml

Araştırmacılara göre, makinaların yapay zekaya sahip olacağı bir dönemde, onlara bazı haklar verilmesi ve sosyal sorumluluklar yüklenmesi de kaçınılmaz hale gelebilirmiş.

Hesap makinesinin bile yapay bir zeka olduğu, zekanın bilinç demek olmadığı, insana ait zannedilen düşünce niteliğinin bazı memelilerde de olduğu, ayrıca insana atfedilen temel zekasal özelliklerinin (okuryazarlık, tarih bilinci, vd) tamamı gözönüne alınırsa, bırakın ümmi insanların tamamını, dahi Einstein’ın bile sınıfta kalabileceğini açımlayan raporlar da mevcut.

Bir de, benim gibi bazı organik insanların (transhümanistlerin, posthümanistlerin, metahümanistlerin), farklı bilinç düzeyi sorunu nedeniyle, kendini insan saymaması gerçeği de var.

Grev yapacak ya da fazla mesai yapmak istemeyecek robotların önüne programlamayla geçilebilir, ‘grev’ sözcüğünü 100 kere kullanan robot kendini kilitler. 25 yıl sonra gibi yakın bir gelecekte, insan beyninin hacmine varacağı kabul edilen süper bilgisayarların ana programlarının öğrenebilir olduğunu da şimdiden biliyoruz. Kendimden biliyorum: Bir insanın ortayaşta okumada varabileceği olan 10 üzeri 8 paragraf-ideadan, 10 üzeri 16 birincil ve her sonrasındaki adım için aynı miktar çıkarsamalık yazılım ve bunun için harcanan 10 üzeri eksi 3 saniye ve 10 üzeri 11 bağlantılık donanım ile diyelim 40 yaşından sonra, okumuş olduğunun üslerince bilgi üretebilmenin de mümkün olduğunu şimdiden biliyoruz.

Bunları bir insan yapmamıştır, yapmamaktadır ve belki de yapmayacaktır ve ama süper-belleklerin yapacağı kesin, çünkü zaten onun için programlanmış durumdalar. O zaman insanların çözemeyeceği programları çözen bilgisayarların insanüstü hakları da olabilir pekala, diyelim ölümsüzlük. Örneğin, 1976’da bir matematik problemi, ilk kez bir bilgisayar tarafından çözüldü. Bence o bilgisayar, hala yaşıyor, pardon çalışıyor olmayı hak etmişti. Yanısıra, birbirini öldürmekle meşgul 6 küsur milyar kişinin ne kadarının yaşamayı hak ettiğine ilişkin ciddi kuşkularım var.

Yani diyeceğim şu:

Robotlar, ortalama bir insanın tüm yaşamındaki mesaiyi, yani 27 yılı yalnızca 3 yılda tamamlayarak, insan haklarını zaten şimdiden hak etti ama ya insanlar? 12.000 yıllık tarihten sonra bile…

Dipnot: Türkiye’nin Cumhuriyet’in 100. yılı olacak olan 2023 için, 270 projesi var mıdır sizce?

(27 Aralık 2006)

2007

Savaş Ekonomisi

İngiltere 1. Dünya Savaşı’ndan ve 2. Dünya Savaşı’ndan galibiyetle çıktı.

Ancak bunlar pahalı birer Pirus zaferiydi.

1947’te İngiltere’nin ABD’ye 6,7 milyar dolar borcu vardı. (Bakınız: Britannica Book of the Year 1948, sayfa: 790.)

İngiltere bu borçları taa 2007’ye dek ödedi.

http://www.bbc.co.uk/turkish/europe/story/2006/12/061229_uk_war_debt.shtml

Anlaşma uyarınca bu borç, 1950 yılından itibaren, % 2 faiziyle birlikte 50 taksitte ödenecekmiş. Ancak İngiltere, sonuncusu 1976 yılında olmak üzere 6 taksiti, ülkedeki ekonomik durumu gerekçe göstererek ertelemiş.

1 savaş ve 79 yıllık bir borç.

Türkiye Cumhuriyeti de benzeri bir biçimde, ardılı olduğu ve 1877-1918 arasında sürekli savaşan Osmanlı’nın borçlarını 1923’ten 1954’e dek ödemişti. 32 yıl ediyor.

Bugün ABD benzeri bir savaş ekonomisi ile yaşıyor. Borçları trilyonlarca dolar miktarında. En çok da Çin’e borçlu: 2 trilyon dolar.

Ne olacak? Bu değirmen taşıma su ile daha ne kadar dönecek?

Liberalizmi savunanlara açıkseçik belirtelim: Bu ülkenin dış borçları, 20 milyon kişiye bedavaya tatil, bedavaya 40 yıl çalışan 1 milyon Alamancı, maliyetinin altına satılıp iç piyasada enflasyon yaratan ihracat ile; iç borçları ise, ederinin 3 katına satılan ulaşım, kira, ısınma, iletişim ile dolaylı olarak ödeniyor.

Bugünkü Yankiler’in torunları da aynı duruma düşecek. Bugün Londra dünyanın en pahalı kenti ve nüfusu azalan tek başkent durumunda. New York’takilerin ve Washington D.C.’dekilerin kışın soğuğunda donacakları günler çok uzakta değil.

Bunun antitezi ne?

Norveç’in barış planı:

Kuzey Denizi’nde buldukları yakıtların (doğal gazın ve petrolün) gelirinden 200 milyar doları geleceğe sakladılar.

Türkiye ise tam bıçak sırtında: Barış ve savaş arasında gidip geliyor.

Bu yıl ne yazık ki Türkiye için bir savaş yılı olabilir. Savaş kararı alacakların, helikopterlere 15 milyar dolar vereceklerin, yukarıdaki sayıları gözönüne almalarını dileriz.

(4 Ocak 2007)

Japonya Atağa Geçti

Almanya’yı ziyaret eden Japonya başbakanı Abe, Japonya’nın yeni global vizyonuna ilişkin ipuçları verdi.

Bunlarda 2 önemli nokta var:

Bir: Japonya Çin’in silahlanmasına karşı.

İki: Daha da önemlisi Japonya, BM Güvenlik Konseyi’nde daimi üyelik istiyor. Bunu dile getirdiği ülke olan Almanya da bu talepte.

Her iki ülke de G-7’de. Her 2 ülke de 2. Dünya Savaşı’nın müsebbibi. Her 2 ülke de 2. Dünya Savaşı’nın mağlubu. Aradan 62 yıl geçti. Bu süre içinde her ikisinin de silahlanma harcaması yapmasına izin verilmedi. Bu da her ikisinin de, her yıl kendiliğinden % 5-10 sivil büyüme gerçekleştirmesini sağladı.

Peki, bundan sonra ne olacak?

Japonya Ay’a sürekli bir üs kurmak niyetinde. Almanya AB ülkeleri içinde uzay çalışmalarına en yakın ülke, çünkü füze geleneğini başlatanlar Almanlar.

Japonya, bundan sonra ABD’ye dayalı dış politika geleneğini bırakacağa benzer. AB’ye yönelik ataklar yapacağa benzer.

İşte, bundan sonra bilgi toplumu ve 2. Sanayileşme için asıl yarış başlıyor. Geçmişin bağlayıcı ketleri artık neredeyse tümüyle devredışı bırakılmak üzere. Japonya, robotlaşmada dünyanın bir numarası. Dünyanın en çok kitap okunan ülkesi.

Buradan çıkarılacak ders şu:

Almanya, Türkiye’nin Güvenlik Konseyi’ne geçici üye olmasını destekliyor, bunun için de kendi daimi üyeliğine destek arıyor. Türkiye için global konum, AB’ye girmekten daha önemli. Tüm dış politika gündemimizi ve sorunlarımızı, tüm dünya ülkelerine aktarmamız gerekli. BM’de bağımsız çizgi izleyen tüm ülkelerin kulise alınması gerekli. Japonya, her ne yapacaksa ulu orta yapabilir. Türkiye ise, henüz palazlanmadı. En az 20 yıllık bir sürekli lobicilik gerekli. Bunun için gerekli sorumluluk akademisyenlerimize düşüyor. Entelejensiya olmadan, en iyi bildikleri ve en iyi savunabilecekleri argümanlarda global gündeme girmeleri gerekli. Bu para vererek olur, dostane ilişkilerle olur, her yolla olur. Bir an önce atağa kalkmamız gerekli.

Romalı senatörün biri, Senato’da sürekli Kartaca’nın yarattığı tehlikeyi söyleyerek konuşmalarını bağlarmış. Bizim de her metnimiz, Türkiye’nin uluslararası platformda, aşağılık takınağı olmayan, G-15 içinde yer alan, özgüvenli, sağduyulu, mantıklı bir güç olmasına yönelik anımsatmayla bitecek. Bu milliyetçilik değil kesinlikle, bu 3. Dünya’nın da tarihin gidişatını belirlemesine yönelik bir dilek. Bunu Kurtuluş Savaşı’nda bir kez yaptık. 2. ve 3. Cumhuriyet’te bir kez daha yapalım.

http://www2.dw-world.de/turkish/politik/1.209735.1.html

(11 Ocak 2007)

Dipnot: Japonya’da bir başbakan adayı 2006’da, Japonya’nın savaşa girmesini engelleyen anayasa maddesini değiştireceğini açıkladı.


Post-Mortem İnternet

ABD’deki internet servis sağlayıcıları, bu koşul vasiyette yer almazsa, aile üyeleri bile olsa, kişinin hem e elktronik posta, hem de internet ortamındaki diğer şifreli girişlerine kesinlikle izin vermiyorlarmış.

Ancak Michigan'da bir hakim, Irak'ta ölen Amerikalı bir askerin ailesi ile çocuklarının, onun elektronik postalarına ulaşabilmeleri için, ‘Yahoo’ aleyhine, örnek oluşturabilecek bir karar vermiş.

Tuhaf bir durum.

Aynı derdi, kendim için düşündüm.

Bir sürü elektronik posta adresi, sanal ağ sayfası, e gruplar, vd… Mirasçım yok. Bugün ölmeye de niyetim yok. Öldüğümde bunlarla ilgilenecek kimse de yeryüzünde olmayacak büyük olasılık.

Peki, onlar ne olacak?

Her sanal kaydın aslında ve görünürde birer sahibi var. Sonuçta, bunca kaydın saklanması için sunucu parası ödüyorlar. Belli bir süreden uzun süre kullanılmayan bir sürü sanal kayıt da zaten siliniyor.

Kalabilecekler reklam alanlar olur herhalde. Arama motorlarında görünüyorlarsa ve birileri girip onları okuyorsa, var olmalarını sürdürmelerine izin verilecektir. Yoksa, onlar da silinecektir.

Bunun tek yolu, ölmeden önce güvenilir birini bulup, ona bir miktar para verip, yıllık aidatlarını ölümümden sonra da ödemesini sağlamak.

Tabii, bunların hiçbiri 100 yıl güvencesi vermiyor.

Demek ki yine en iyisi dededen kalma yöntemlerle matbu ortama yönelmek. Mesleğim gereği, 200 yıllık çok eser gördüm ve onları çok 200 yıl daha saklanacakları ortamlara aktardım.

Yarın öleceksen, çocuk yap. 1 yıl sonra ölceksen, kitap yaz. 40 yıl sonra öleceksen, onların bekaları için maddi önlem al.

Herhalde bu da zihinsel bir tersine takla veya ‘ad absurdum’ oldu.

http://www.milliyet.com.tr/2007/01/11/yazar/tamer.html

(11 Ocak 2007)

‘USA vs TR’

Temsilciler Meclisi Uluslararası İlişkiler Komitesi’nde konuşan Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, ABD'nin başarısızlığı halinde, Iraklı Kürtler’in dağılmakta olan bu ülkede kalmak istemeyeceğini ve bunun Türkiye ile Kürtler arasında probleme yol açacağını söylemiş.

http://proje.hurriyet.com.tr/msnnews/?path=/dunya/5765523.asp&y=41

Herkes aydı, vatandaşlarımız hariç…

Öncelikle Kürtler Kuzey Irak’ta 1991’den beridir ‘de facto’ devlet durumundalar ve bunu ABD yarattı artı destekledi. Bu arada PKK’yi de…

Türkiye, bağımsız bir Kürt devletini savaş nedeni sayacağını, şu andakinden çok daha güvercin koşullarda defalarca belirtti. Şimdi ise şahin havası var.

2003 Kasım tarihli, Türkiye’nin terör eylemlerine karşı sınır ötesi operasyon yapabileceğine ilişkin bir BM kararı var.

ABD Irak’ta çoktaan kaybetti.

Şimdi, bu 4 kesin önermeden hangi sonuçlar çıkar:

ABD-TC çıkarları çatışıyor.

ABD, Irak’ı Türkiye’nin üzerine yıkacak.

Türkiye, bu savaşa çoktan hazır.

Talabani ve Barzani Türkiye’yi yenemez. Savaş uzun sürer ama Türkiye’nin sınırları dışında. Eğer, savaşı Türkiye’nin sınırları içine taşımaya kalkarlarsa, bakınız aşağıdaki tümce.

Hemen haberin en alt satırını alıntılayalım:

Bakan Gates, önemli bir etnik temizlik probleminin de ortaya çıkabileceğini kaydetti.

Demek ki neymiş:

Türkiye, ya parçalanacak, ya da parçalayacakmış.

Trajediler yinelenince, komedi olurmuş. Bunu herkesin anlaması gerek: Facia bir emperyalizm farsı gelmekte…

(12 Ocak 2007)

Seçenek Çok mu, Yok mu?

11 Ocak 2007 tarihli Radikal’de, emekli büyükelçi Nejat Eslen’in Türkiye’nin geleceğiyle ilgili bir metni yayınlandı.



Şekilden de izlenebileceği üzere sayın Eslen, Türkiye için 8 seçenek sıralıyor. Seç seç, beğen al.

Acaba, gerçekten öyle mi?

Eslen, AB-ABD çatışmasını görmezden geliyor. ABD-TC çatışmasını da görmezden geliyor. NATO-AGİK ikilemini ve AGİK’i kendi öz kaynağı sayan AB’nin askeri olarak bizi dışlamaya eğilimli olduğunu görmezden geliyor. Tarihte sürekli savaşıp, bir türlü yenişemeyen ‘Rusya-İran-Türkiye’ durumunu da görmezden geliyor, yani bunların dost olması imkansız değilse de, çok zor. 1990’lardaki Türki Cumhuriyetler çıkarmamıza karşın, Şanghay Beşlisi görüşmelerine misafir olarak bile davet edilmediğimizi görmezden geliyor. İran’ın 1980’den beridir yaptıklarını görmezden geliyor. Rusya’nın AB’ye gaz satarkenki kaypaklığını görmezden geliyor. İran’ın ve Rusya’nın her an doğal gaz vanalarını kapatabileceğini görmezden geliyor.

Geriye ne kalıyor?

Bir tek Çin. Çin, Türkiye ile komşu olduğunu zaten belirtmişti. Biz ne yaptık? Çin’in elini uzatmışlığına karşın, Çin’in devasa ekonomik büyümesinde, onun yanında yer alamadık ki bu durum son 30 yıllık bir süreç. Çin, bizim mermerlerimizi işleyip, bize satar duruma geldi.

Çin’i yeniden ikna etmek gerek.

Nasıl mı?

Pakistan’da koşutuz. Hindistan’da onlar eksi, biz nötrüz. Rusya ile onlar pozitif, biz az pozitifiz. Tayvan konusunda, ABD yanında, yani Çin’in karşısındayız, yani kayıptayız. Kuzey Irak’ta Çin, bir zamanlar Mossad’ın yaptığını yapıyor: Herkesi birbirine düşürüyor ki bunun bir bölümü bize zarar yazdı bile. Doğu Türkistan artık koz olmaktan çıktı, bedavaya tasfiye ettik. Bir tek Çin’e gıda satabiliriz, 10 yıllık buğdaylarını 7 yılda bitirmişler örneğin.

Sonuç?

Az epsilon tutamak. Büyük düşünemezliğimizi, kedi gibi köşeye sıkışıp da saldırıncaki gibi yapmayalım. 5, 10, 25, 50 yıllık A, B, …, Z planlarımız şimdiden hazır olsun. Örneğin, Çin’den atom bombası teknolojisini nasıl alırız, ona bakalım, bunun için de ona eşdeğer kozlar üretelim. Gerekirse, Japonya’nın BM Güvenlik Daimi Konseyi’ne girişini, Çin’in çıkarı için engelleyelim. Almanya’ya karşı ikili oynayalım: Hem onların da daimi üyeliğini destekliyor ama gereken zamanda kendimizin geçici üyeliğini istiyor görünelim.

Şunu görelim: Bizi 7 Düvel, yani ABD, İngiltere, Fransa, İngiltere, İtalya işgal etti. AB’ye her yıl milyarlarca dolar dış ticaret açığı veriyoruz. ABD topraklarımızda kendi atom bombalarını patlatabileceklerini tarihe kayıt düştü. 100 yılda akıllanmadık mı hala? İstanbul’un yeniden işgalini mi bekliyoruz?

Sözümüzü La Fontaine’in bir fablıyla bağlayalım: Hayvanlar dünyasındaki savaşta yarasa, memelilerin mi, kuşların mı arasında yer alacağına bir türlü karar veremez. Savaşın sonunda kazanan tarafın yanına koşar ama her 2 taraf da onun cezalandırılması gerektiğine karar verir. Bir tabuta çivilenir.

Unutmayın, Türkiye 2. Dünya Savaşı’nda toplam 4 kez taraf değiştirdi. Bu işten de karlı çıkmadı, ABD vassalı oldu. SSCB işgaline uğrasaydı, daha az zarar görürdü.

Yineleyelim: Trajediler yinelenince, komedi olur. Tarihin soytarısı olmak üzereyiz.

http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=209683

(13 Ocak 2007)

Nobel Edebiyat'ta CIA parmağı

Yok yok, hemen aklınıza Orhan Pamuk gelmesin. Bu olay eski imiş.Moskovalı saygın bir araştırmacı olarak tanımlanan İvan Tolstoy tarafından hazırlanan yeni bir kitap konuyu anlatıyormuş.

CİA 1958’de Boris Pasternak’ın ‘Doktor Jivago’ romanı ile Nobel edebiyat ödülü alması için, elinden geleni yapmış. CIA kitabın Rusça baskısını Amerika ve Avrupa’da eşzamanlı olarak bastırmış, bunun için de batıda bulunmayan kağıt ve o zamanki Rus klişelerini kullanmış. 1958 yılının ödülünü belirleme sürecinde, ellerinde Doktor Jivago'yu buluveren Nobel edebiyat ödülü jürisi şaşırıp kalmış.

CİA benzeri ABD örgütleri, popüler kültürü manipule ediyor. Taa 1920’lerde, işgal İstanbul’unda ABD filmlerine pazar arıyorlarmış. Normaldir, çünkü McDonalds ve Coca Cola, dünya kültürüne atom bombasından daha çok zarar vermiştir. ‘Şişir Beni’ belgeseli hamburger türü ‘fast-food’ beslenmesinin kişinin sağlığını nasıl olumsuz etkilediğini açıkça anlattı. Gazlı içeceklerin ise, çocuklarda kalsiyum yetmezliği yaptığı saptandı.

Yalnızca Pasternak değil, sonradan Soljenitsin de, Nobel edebiyat ödülü kazandı. Her ikisi de, rejime muhalif kabul edildikleri için taltif edildi. Soljenitsin batıya geçerken, Pasternak ülkesinde kalıp ödülü reddetmeyi yeğledi. Aynı noktada, aynı sayılan kişilerin bile ayrı davranışları olabiliyor.

Şimdi, konumuz ne? Demek ki Nobel edebiyat ödülünde manipülasyon varmış.

O ya da bu yönde olması önemli değil. Orhan Pamuk bu ödülü kazandığında, bunu söyleyenlere tepki gösterildi, bunu anımsatmak isterim. Zaten destekleseydi, Pamuk’u CİA’den çok, ‘abwehr’ desteklerdi.

http://www.bbc.co.uk/turkish/news/story/2007/01/070114_nobel_cia.shtml
(15 Ocak 2007)

Çin Uydu Düşüren Füze Test Etti

Çin eski bir uydusunu kendi füzesiyle yok etti ve dünya bu işe şaşıp apışıp kaldı.

ABD istihbarat kaynaklarına göre, 11 Ocakta yapılan testle, Çin'e ait eski bir meteoroloji uydusu, antibalistik füze kullanılarak yörüngede tahrip edildi. ABD Ulusal Güvenlik Konseyi sözcüsü Gordon Johndroe, yaptığı açıklamada, ''Çin'in bu tür silahlar geliştirmesi ve test etmesi, ülkelerimiz arasındaki sivil uzay çalışmaları alanındaki işbirliğiyle uyumlu değildir'' dedi.

Ehem, neydi?

ABD’nin yeni uzay vizyonu neydi?

Uzayda en bir tek başına… Dünyadaki gibi ‘number one’…

Ancak, şimdi kapıyı çekik gözlü biri vuruyor: ‘Geldim, gördüm, vurdum.’

Kovboy Reagan, ‘Star Wars’ ettiriyordu.

George Lukacs ‘Star Wars’ları tornistan (sondan başa) çekime soktu. Çin de yıldız savaşları projesini ters çekime soktu.

Rusya da İran’a Tor’ları sattı gitti.

Eee, ne diyelim?

Kıyamete hoşgeldiniz.

http://www.sabah.com.tr/dun94.html

http://www.milliyet.com.tr/2007/01/16/son/sondun20.asp

(19 Ocak 2007)

Kaybedilen Savaş: Vietnam

Vietnam ABD ile savaşında 3 milyon ölü verdi. Komünistler savaşı kazandı. Hala da iktidar konumundalar.

Ancak Çin’in 1970’lerde yaptığı gibi, 2000 yılında bir reform programı açıklayıp, fiilen kapitalist ekonomiye geçtiler.

Bilgisayar çip devi Intel, bu yıl Vietnam’a 1 milyar 200 milyon dolarlık yatırım yapacağını açıklamış.

Intel’in Vietnam’daki sorumlusu, 1975’te Saygon düştüğü gün helikopterle Amerikan Büyükelçiliği’nin bahçesinden tahliye edilen bir Vietnamlı imiş.

Vietnam nüfusunun yarısı, 35 yaş ve altında imiş. Savaştan sonra nüfus patlaması yaşanmış. Birçok genç insan savaşı hatırlamıyormuş bile.

Vietnam şimdi Hindistan’dan daha fazla yabancı yatırımcı çekiyormuş. Asya ekonomik büyüme liginde Çin’den sonra ikinci sırada imiş...

Vietnam eğer savaşı kaybetseydi, yine bu durumda olacaktı. (Aklınıza Türkiye gelmiyor mu?)

Ne olacağını söyleyelim:

Komünist iktidar proleteryasının ayda 50 dolara çalışmasına göz yumacak.

İnsanlar bisiklet yerine, otomobillere hücum edip, hava kirliliği ve kanser patlaması yaşayacaklar.

Genelde tropik yağmur ormanı türünden olan doğal çevre 25 yılda dümdüz edilecek. Bakınız: Brezilya.

Bunu adı da ‘ekonomik büyüme’ olacak.

1997’de ‘büyük 10’ (Big Ten) diye bir kitap çıkmış, yazarı Jeffrey E. Garten. Orada yeni global pazar adayları sayılıyor, yani kitap neo-liberalizmi öven bir üslupta yazılmış. Sayalım bakalım onu: Meksika, Brezilya, Arjantin, Güney Afrika, Türkiye, Polonya, Güney Kore, Çin, Endonezya, Hindistan.

Güney Afrika yerine Nijerya olabilir. Endonezya yerine, Pakistan olur. Polonya AB’ye katıldı ve büyümeyi başaramadı. Güney Kore ve Çin 1997’de zaten çoktan atı alıp geçip gitmişlerdi.

Vietnam yok. Bakar mısınız yanılgıya? Adamlar geleceğin kasaplık koyunlarını bile doğru dürüst kestiremiyorlar. Oysa Vietnam, o sırada uluslararası kredilerle aynı toprakta tarım ve balıkçılık yapılabilmesinin mucizesini başlatmıştı. Baş belamız balık çiftliklerini, tarlaya kurmayı emekli bir öğretmen akletmişti ama oraya aynı zamanda bir mangrov ağacı dikip meyvecilik yapmayı kimse akıl edememiş durumda henüz.

http://www.bbc.co.uk/turkish/fooc/story/2007/01/070113_foo_vietnam.shtml

Dipnot: Okurların çoğunun Vietnam’ın durumunu olumlayacağının ayırdındayım.

(25 Ocak 2007)

Guantanamo ABD’ye Yarar Veriyor

Hayır, başlığı yanlış okumadınız. Gerçekten Guantanamo, ABD’ye şimdilik yarar sağlıyor.

Nasılını açımlayalım:

1968 tarihli bir roman vardır: Lawrence Sanders’in yazdığı, ‘Mafyanın Sesi’ (Andersen Tapes) diye. Mafya, yakalanacaklarını bile bile, 6 adamını koskoca bir apartmanı soymaya gönderir. Amaçları şudur: Yaptıkları gözleme göre, gazetelerde mafyayla ilgili çıkan her haber, mafyanın gelirini arttırmaktadır, çünkü mafyadan insanların korkması sağlanmış olmaktadır. (Aynısı bizde olmadı mı, koskoca polis müdürü, hırsızlara direnmemeyi öğütlemedi mi, ardından kapkaç olayları patlamadı mı?).

ABD’nin Guantanamo’daki durumu budur. ABD, dünyanın gözünün içine baka baka, konuyla hiç ilgisiz insanları, sırf ibret olsun diye, sırf korkutmak için gözaltına almakta, işkence yapmaktadır. Böylelikle, insanların savaşmadan boyun eğmesini sağlamaktadır.

(Ara şerh: İronik durum şudur: ‘Guantanamo Yolu’ adlı, belgesel kılığında, misler gibi kurmaca film, buraya sorgulamaya alınan insanları anlatmaktadır. Filmi 2 kişi izledik. Film bittiğinde o ve ben, o insanların serbest bırakılmaması gerektiğini, gerçekten terörist olduklarını düşünüyorduk. Zaten ABD, Usame bin Ladin’i de kendi elcağızıyla yetiştirmişti. Onları da kendi eliyle terörist yapmıştı.)

Ancak, uzun vadede durum tam tersinedir: 5 Guantanamo daha ABD’yi batıracaktır, tıpkı 2. Dünya Savaşı ertesinde kaybettiği 5 (Kore, Vietnam, Somali, Afganistan, 2. Irak) savaşın onu şimdilerde bitirmesi gibi.

Buradaki komiklik, ABD’nin kendi durumuna aymazlığıdır. 200 küsur yıl sürebilecek, tekkutuplu dünyadaki jandarmalıklarını ve hegemonyalarını, yalnızca 10 yılda tükettiler; Afganistan’da, Irak’ta, sıra her kimdeyse, İran’da veya Suriye’de…

Düşünün ki garibim Osmanlı bile 300 yılda ancak devrilmişti. Bunlarınki yüzyılımızın sonunu bulmayacak kesin.

(18 Ocak 2007)

Global Açlık

Dünyada 850 milyon kişi açlık çekiyormuş. Dünya nüfusu 6,5-7 milyar arasında.

Sanıldığının tersine, G-7 ülkelerinde de epeyi aç var ama asıl ağırlık 3. Dünya ülkelerinde.

Bunun nedeni tarımın yetersizliğinde yatıyor.

AB ve ABD’de akaryakıtın % 10’unun kozla ve darı gibi ürünlerden elde edilen organik katkıdan sağlanması, tarımlık arazinin % 70’inin bu işe ayrılması anlamına geliyor. 5 milyar tonluk rekolte ise küresel enerji tüketiminin sadece % 15’ini karşılayabilir. Uzmanlar, sanayi ülkelerinin fakir ülkelerden ‘organik kütle’ dediğimiz nebati enerji hammaddesi ithal etmeleriyle, bu ülkelerdeki fakirlerin durumunun daha da kötüleşeceğini söylüyorlar.

Birinci çapraz bu: Tarım arazileri beslenme yerine, enerji hammaddesi temini için kullanılmaya başlandı.

İkinci ve üçüncü çaprazlar da şunlar: G-7 ülkeleri tarımda verimlilikte 3. Dünya ülkelerinin neredeyse 10 katını yakalamış durumda. Artı, özellikle AB ülkeleri sübvansiyonlu tarım ve hayvancılık ürünlerini Afrika’ya sürdükleri için, oralardaki yerel üretim çöküyormuş.

Dünyadaki çiftçinin % 80’i ürettiği ile karnını doyuramıyormuş. Bu nedenle, Türkiye’de tarım arazilerinin başıboş bırakılmaya başlanması onyılları bulmak üzere.

Tarım bazı ürünlerde kendiliğinden % 50’ye varan yıllık üretim değişimleri yaşıyor. 10 yıllık bir kuraklık döneminin, dünyada 1 milyar kişiyi açlıktan ölüme sürükleyebileceğini öngörmek için müneccim olmaya gerek yok. BM’nin 21. Yüzyıl makro krizleri programıda kıtlık zaten uzun süredir var ama kimsenin çözüm üretmeye niyeti olmadığı gibi, durumu daha da kötüleştiriyorlar.

Türkiye için çıkarılacak ders şu: Ucuz diye buğday ithal etmeye alışıtıktan sonra, 5 yıl alacak buğday bulamazsak, bu ülkenin ne hale geleceğini bir düşünün. Dünyanın en çok ekmek yiyen ulusuyuz. Halkımız karnını adam başı günde 2-3 ekmek yiyerek doyuruyor. Bunun müsebbibleri, insanlık suçundan yargılanmaya kendilerini hazırlasalar iyi olur.

http://www2.dw-world.de/turkish/wirtschaft/1.211534.1.html

(29 Ocak 2007)

2007 Kehanetleri

‘Azbuz.com’, önemli teknoloji ve ‘trend’ dergilerinden biri olan ‘Wired’ın 2007 tahminlerini çevirmiş ve kendisi de bir liste hazırlamış. Biz de onların seçilmişlerini ve karşı yorumlarımızı yazalım:

• İnternet’teki trafik 2 katına çıkacak.

İnsanların günde 2 katı süre vereceğini sanmam. Kullanıcı sayısının da 1 yılda 2 katına çıkacağını sanmam. İkisi birarada, % 100 yerine, % 25 artışta olabilir, o da belki.

• Video kayıt cihazları sayesinde, internet videoları oturma odamıza girecek.

‘Webcam’ler kastediliyorsa, onlar zaten yıllardır var. Dijital videolar kastediliyorsa, 500 doları verebilecek insanlar zaten onu almış durumda.

• ‘Spam’ iki katına çıkacak.

10 katına bile çıkabilir. Bu işin sonu yok. E-posta şirketleri bu işe göz yumuyor.

• Satılan bilgisayarların yarısı dizüstü olacak.

En düşük dizüstü bilgisayar 1.000, en düşük kişisel bilgisayar 300 dolar civarında. Bu kehanet, ancak 150 dolarlık dizüstü bilgisayarlardan 50 milyon tane satılırsa mümkün olabilir.

• Bazı büyük gazeteler kâğıt devrini kapatıp, ‘online’ yayına geçecek.

Bu kehanet, 1 yılda değil, 10 yılda bile gerçekleşmeyecek.

• Yapay döllenme işi internet üzerinden yapılacak.

Satışını kastediyorlarsa, zaten var. Bilgisayar kablosuyla onu da yaparlarsa, bravo.

• Buzlar eridiğinden Grönland gerçekten yemyeşil olacak.

50 yıl sonra belki.

• Üst düzey bir yetkiliden aldığımız haberlere göre, Amerikan Ulusal Güvenlik Ajansı (NSA) ‘Google’ın telefonlarını dinlemeye devam edecek.

Valla, yalnızca ‘Google’ı değil, herkesi dinliyorlar zaten.

• ABD hükümeti, internet servis sağlayıcılarının bütün ağ trafiği kayıtlarını ve e-postaları 3 yıl boyunca saklamasını sağlayan bir kanun çıkaracak.

10 yıldır zaten saklıyorlardır. Yasa olmasa da olur.

• ‘The New York Times’ gazetesi, arşivini abonelik sistemine açacak ve bu işin okurlardan kişisel hikâye için para almaktan daha kârlı olduğunu fark edecek.

1930 öncesi zaten telif hakkı dışında. 15 yıllık arşivler zaten açık. Arası için para alabilirlerse, bravo. Sinek yağından sonra en büyük proje olur.

• Profillerin ciddi bir kontrolden geçtiği yeni toplumsal ağ sitelerinin prestiji artacak.

Tam tersine, neo-liberalizm yüzünden, bunlar azalacak. İnternet, sivil itaatsizliğe zarar vermeye başladı.

Gelelim ‘Azbuz.com’un tahminlerine:

• Yeni bir mantıkla çalışan, yepyeni bir arama motoru çıkacak.

‘Hakia.com’ bu işi kıvıramadı. Kesinlikle gerçek dile göre düşünmüyor.

• Büyük projelerdeki açık kaynak kod oranı artacak.

Nedense, kimse buna eğilimli değil. 10 yıl sonra belki.

• TV'de yayından kaldırılan bir çok dizi ve program, ‘online’ olarak yayınlanacak, para ile indirilebilecek.

Şarkı satılıyor, çünkü dakikada indirilebiliyor. Film ve dizi ise zor.

• ‘Rapidshare’, ‘.de’ ve ‘.com’dan sonra farklı uzantılara sahip, 18 yeni adres daha açacak.

Mümkündür, çünkü zaten tüm dillerde uzantı var.

• ‘Print on demand’, yani talebe göre baskı hizmeti veren site ve şirketler, Türkiye'de de yaygınlık kazanacak.

Çok zor. Onun makinaları Türkiye’de henüz yok. Çok yatırım ister. Yatıranlar da çok para kazanmak ister. Yurtdışındaki, 30 dolar kalın ciltli kitaba karşı, 15 dolarlık bireysel kitabın Türkiye uyarlaması, 5 YTL’ye kitap demek olur. 500 tane basılırsa, ancak o oran yakalanıyor, bizzat deneyimimdir.

• Oyun konsolu konusunda ciddi bir rekabet yaşanacak.

Mümkündür, çünkü o pazar doymak üzere.

• Cep telefonundan dizi izleme devri başlayacak.

10 yıl sonra belki.

• ‘Semantik web’, 2007'nin sonlarına doğru yeni trend olacak.

Çook zor. Bakınız ‘hakia.com’ itirazı.

• Toplama bilgisayar satışları tavan yapacak.

E, zaten öyle.

• Nanoteknoloji, biyoteknoloji ve robotlar hakkındaki gelişmeleri ağzımız açık izlemeye devam edeceğiz.

Eeh. Sınırdan söz edenler, o teknolojiyi yaratanlar. Bir tek androit konusunda mucizeler yaratılacak.

• 2007 sonunda ‘PC’ ana kartlarına kablosuz ‘USB’ bağlantı ekipmanı dahil edilmiş olacak. Bizim bu teknolojiyi kullanmaya başlamamız ise, iyimser bir yaklaşımla 2 yıl kadar daha sürecek.

Çok olasıdır.

• Geçtiğimiz yıl 320 kadar yetişkin sitesinin müstehcenlik iddiası ile kapatılmasının ardından, internette sansür ve RTÜK uygulamaları gündeme gelecek.

Çok çok olası, hatta zaten öyledir.

• Ev telefonlarından SMS gönderimi ailelerin başını yakacak.

Kimse bunun ayırdında değil ama bu zaten bir suç. Telefon sapıklığı ile aynı suç. Cezası da, sussan bile epeyi ağır.

• Elektronik aletler % 90 ucuzlayacak.

Ne zaman ucuzlamış ki? Eloğlunda bedava verilen cep telefonuna, misler gibi hala 100 dolar bayılıyoruz.

• Japonya ve Çin'de uygulanan ‘cep telefonu ile fotoğraf çekiminde deklanşör sesi zorunluluğu’ Türkiye'de de uygulanmaya başlayacak.

Bunun esbab-ı mucizesini kavrayamadım. Ses olsun da, çekilen bilsin deniyorsa, yine çekerler sesli sesli. İtiraz edene de bir kafa.

http://www.hurriyet.com.tr/teknonet/5901223.asp?m=1&gid=112&srid=3431&oid=5

(6 Şubat 2007)

Dünyada İlk Kez Bir Halk Topyekun Yargılandı

İdeolojik metinlerimde temel savlardan biri şuydu:

Nasıl ki linç toplu bir suçsa ve yapanların hepsi, sayıları ne olursa olsun yargılanıyorsa, halklar da soykırım gibi suçlardan dolayı topyekun yargılanabilir.

Bu savın açılımını Jorge Semprun, ‘Büyük Yolculuk’ kitabında açımlar: 2. Dünya Savaşı sırasında bir toplama kampına kapatılmıştır. Kamp bir yerleşim biriminin yanındadır. Almanlar yıllarca, bacalardan çıkan yanık et kokusunun dumanını solumuştur. Ancak, savaş bitince Almanya halkı yargılanmaz. Üsüne üstlük bir de yeniden imar edilir. Üstüne üstlük 1 milyon Türk’ü 40 sene boyunca köle gibi çalıştırır. Üstüne üstlük Doğu Almanya’yı geri alır. Üstüne üstlük, bugün dünyanın 3. ekonomik gücü olmuş duruma gelir.

Benzeri bir katliam, 1992-1995 arasında Boşnak halkına uygulanır. Onlar da Uluslararası Adalet Divanı’na başvurup, Sırbistan’ın halkının tamamının bu suçtan yargılanmasını isterler.

Hukuk uzmanları, bir ulusa yapılacak soykırım suçlamasını kanıtlamanın, ordu ve hükümet yetkililerinin aynı suçtaki sorumluluğunu kanıtlamaktan daha zor olduğu görüşündeymiş.

İyi de, orada BM barış gücü vardı, onlarca ülkenin gazetecileri vardı. Hollanda güçlerinin bir katliama seyirci kaldığını gazeteciler kanıtlamıştı.

Büyük olasılık merciden olumsuz karar çıkacak. Olsun. ABD’nin yargılanabilmesinin önü yavaş yavaş açılıyor. 1945-2007 arasında milyonlarca sivilin öldürülmesinden, o kararları alan başkanları seçen ABD halkı sorumludur. Bu simgesel bir karar olabilir ama gelecekte er geç böyle bir karar çıkacaktır.

http://www.voanews.com/turkish/2007-02-25-voa5.cfm

Dipnot: Karar, ortada bir soykırım olduğu ama Sırbistan halkının bundan sorumlu tutulamayacağı oldu.

(26 Şubat 2007)

AB-ABD Karşılaştırması

Avrupa Ticaret Odaları Derneği, 8-9 Mart’ta Brüksel’de devlet ve hükümet başkanları düzeyinde gerçekleştirilecek olan Avrupa Birliği Zirvesi öncesinde, ekonomik öneriler içeren bir rapor yayımlamış.

Bu rapora göre:

“Avrupa Birliği’nde 2006’da kişi başına düşen gayrısafi yurtiçi hasıla düzeyi, ABD’nin 21 yıl önce ulaştığı seviyede.

ABD’nin 1978’de ulaştığı istihdam ve ar-ge düzeylerine ise, Avrupa Birliği ancak geçen sene ulaşabildi.

Üretkenlik karşılaştırmasında da Avrupa Birliği, ABD’yi 27 yıl geriden izliyor.

Avrupa Birliği’nin , ABD’yi çalışan başına verimlilikte 17 yıl, saat başına verimlilikte 8 yıl ve kişi başına internet kullanımında 4 yıl geriden izlediği de, çalışmanın bulguları arasında yer alıyor.

ABD’nin 2006’da % 3,3, Avrupa Birliği’nin ise % 2,9’luk bir büyüme gerçekleştirdiğine dikkat çeken çalışma; Brüksel’in Washington’dan % 1 daha fazla bir büyüme kaydetmesi halinde, Avrupa Birliği’nin ABD’yi 2045 civarında yakalayabileceğinin altını çiziyor.”

Bunlara diyecek bir şey yok.

Ancak şunlar söylenmemiş:

“AB’ye katılan son (10+2=) 12 ülke, ortalamaları çok düşürdü. Ancak, onlar AB’ye alınmasaydı, ufukta savaş olasılığı görünürdü. Eski Doğu Almanya’nın Birleşik Almanya’nın olduğu gibi, eski Doğu Avrupa da AB’nin taşrası oldu, tıpkı ABD’nin Orta-Batı’sı gibi.

Ocak 2002’de 1 avro 0,9 dolardı, şimdi 1,3 dolar. Kötü ekonomilerde böyle sonuç çıkmaz.

Çin, dolardan avroya dönüverirse, ABD ekonomisi tepetaklak olur.

ABD’nin savunma harcamaları oranı, AB’ninkinin çok üzerinde. Aradaki % 38’lik fark, İran’a müdahale edilirse, 2010’da kapanmış olur.

AB, bir sosyal güvenlik kıtası. ABD ise bir güvensizlik kıtası.

Her ikisi için de eksik bir saptama var: Kapitalizm savaş ve kriz sever. AB ve ABD, 1945-1990 döneminde çakışıktı, şimdi değil, o nedenle bu krizleri ve savaşları eşzamanlı yaşamayacaklar.”

Düşünün ki bu değerlendirme eksikliklerini, 2 taraftan birinin en yüksek mevkideki ekonomi kurumu yapıyor. O nedenle, birleşmiş 2 dünya olan şimdiki 1. Dünya’ya (eski 1. ve 2. Dünya) karşı, 3. ve küsurat Dünya tezleri gerekli. Geleceği, kültürel-artı-değerin önemli bir bölümünü üretecek olan, ayralların tezleri oldukça etkileyecek. Bu metin de, alternatif bir söylem çabasıydı.

http://www.voanews.com/turkish/2007-03-06-voa17.cfm

(7 Mart 2007)

Asimov Kore’de

Isaac Asimov 1992’de vefat etmişti.

Asimov bir bilimkurgu yazarıydı. Robotlarla ilgili bir beşleme yazmıştı. Orada 3 robot yasası vardı. (Sonradan sıfırıncı yasa da eklendi.)

Asimov’un 3 robot yasası şöyle der:

1. Bir robot bir insana zarar veremez ya da bir insanın zarar görmesine seyirci kalamaz.
2. Bir robot 1. kuralla çelişmediği sürece, bir insanın emirlerine uymak zorundadır.
3. Bir robot 1. ve 2. kuralla çelişmediği sürece, kendinin zarar görmesine izin veremez.

Bilimkurgu neyi öngörmüş de, o gerçeklememiş?

Güney Kore’de robotların ve insanların birbirlerini suistimal etmesini önlemek amacıyla yasa hazırlanıyormuş. Resmi yetkililerce verilen bilgiye göre, ‘Robot Ahlak Sözleşmesi’ adı verilecek yasa, bu yıl içinde çıkarılacakmış.

Bu yasa, Asimov’un 3 robot yasasına uyacakmış.

Şöyle ki:

“1. Robotlar insanlara saldırmamalı, insanların kötülük etmesine fırsat da vermemeli.
2. Robotlar insanlara itaat etmeli.
3. Robotlar kendilerini koruyabilmeli.”

İşlerde buradan sonra aksaklık var demektir.

Asimov, kendi koyduğu bu 3 basit önermenin, gündelik yaşamda çıkarabileceği sorunları, telepat bir robotun delirmesinden, bir robotun kendini peygamber sanmasına kadar, geniş bir yelpazede irdeler.

Robotların çıkardığı sorunlar, şimdiden başa bela olmaya başladı bile. Otomotiv sanayiinde işsizlik yarattıkları kesin. Çocukların robot-hayvan-oyuncaklarını, canlı hayvanlara yeğ tuttukları kesin.

Güney Kore’de 2015 veya 2020 yılında her evde bir robot olacakmış. Bu da on milyonlarca robot ve o kadar da sorun demek olacak.

Gelecekte Güney Kore’de, robot-insan sorunları mahkemesinde, Asimov’un simülasyonu olan bir robotun başyargıç olma olasılığı bayağı yüksek demektir o zaman.

http://www.hurriyet.com.tr/teknonet/6077565.asp?m=1&gid=112&srid=3439&oid=1

http://www.bbc.co.uk/turkish/news/story/2007/03/070307_robot_ethicalcode.shtml

(7 Mart 2007)

Asker ve Medya

Genelkurmay Başkanlığı, gazeteleri ve gazetecileri puanlamış:

“TSK değerlendirmelerine göre, Ocak-Eylül 2006 tarihleri arasında TSK’nı ilgilendiren haberlerde, Posta gazetesinin 65 artı notuna karşın 22 eksisi; Hürriyet’in 195 artısı, 46 eksisi; Milliyet’in 150 artısı, 40 eksisi; Radikal’in 66 artısı 84 eksisi; Yeni Çağ’ın 206 artı, 27 eksisi; Cumhuriyet’in de 156 artısı, 21 eksisi var. Star gazetesininse, artı ve eksi puanları 71-71 eşit.”

9 ay 270 küsur gün eder. Sabah, 177 olumlu, 117 olumsuz puan almış. Toplamda 294 haber eder.

Genelkurmay’ın rahatsız olacağı ilk nokta bu olsa gerek. Bu kadar çok haber, okurda önünde sonunda olumsuz artetki yapar.

Radikal’deki haberde, ‘akreditasyon’ sözcüğü ‘icazet vermek’ olarak çevrilmiş. Bu sözcük konuyu açımlıyor. Genelkurmay, kendini medyaya icazet veren bir üst-mevki olarak görüyor demek ki.

Bu arada anımsayalım ki:

Son birkaç yıla kadar ordudaki yolsuzluklarla ilgili çok nadiren haber çıkardı. Şimdilerde eski kuvvet komutanlarının yargılanması tefrika olmuş durumda.

Eskiden ordunun insan hakları ihlalleri haber olamazdı, şimdi bu konuda AİHM’de ödenen tazminatlar haber oluyor.

Bu durumda, ya ordu değişecek, ya da medya.

Sizce hangisi dersiniz?

http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=214991

Dipnot: Genelkurmay ışık hızıyla davranıp, haberin yayınlandığı gün, konuyla ilgili soruşturma başlattığını açıkladı.

http://www.hurriyet.com.tr/gundem/6087691.asp?m=1&gid=112&srid=3429&oid=8

(8 Mart 2007)

Çin Uçak Gemisi Yapacak

Anımsar mısınız bilmem?

Yıllar önce Çin, Rusya’dan satın aldığı ‘Varyag’ uçak gemisini, motorlarını söktükten sonra, İstanbul Boğazı’ndan geçirmişti de, olay olmuştu. Hatta Çin, Türkiye’nin bu jesti karşısında bize 2 milyon turist yollayacaktı.

Turistlerin gelmediğini bilmem, söylemeye gerek var mı?

Şimdi de Çin, en geç 2010’da bir uçak gemisi yapımını bitireceğini ve bunun kimseyi ilgilendirmediğini açıklamış.

Çin usülü ortaoyunu böyle oluyor herhalde.

Sanırım, o uçak gemisini vidalarına kadar söküp, birebir kopyalamayı bitirdiler. Şimdi sıra, maket gemi yapar gibi, onu monte etmede.

Çin atom bombası yaptı. Çin uzaya adam yolladı. Geçen hafta Çin bilimcileri, bir güvercini beynine taktıkları elektrotlar aracılığıyla, istedikleri yöne uçurdular. Şimdi de Çin, dünyada yalnızca birkaç ülkenin sahip olduğu uçak gemisine sahip olmak üzere.

G-7 ülkeleri ve BM, her zamanki kem kümlerini yineleyecekler. Çin yine bildiğini ve yapacağını yapacak.

http://www.voanews.com/turkish/archive/2001-08/a-2001-08-15-4-1.cfm

http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=214994

(8 Mart 2007)

İşadamı Noel Baba mı?

Dünyanın en zengin üçüncü kişisi Carlos Slim, zamanının çoğunu yardım faaliyetlerine ayıran birinci Bill Gates ve ikinci Warren Buffett’ı eleştirmiş.

Savını da şöyle savunmuş:

“Buffett, çok büyük karlara gebe olan parasını başkalarının yönetimine veriyor. Eğer o kişiler yatırım yapıp, gelir elde edemezse, bu para da etkisiz eleman gibi olacak… İşadamı Noel Baba değildir.”

Gerçekten öyle mi?

Konuya ekonominin kurallarıyla bakalım:

Elimizde 2 temel veri mevcut:

Bir: Piyasaya giren para, bir yılda 2,5 ila 4 kere döner. Dolayısıyla, siz yeni bir şirket kurduğunuzda, piyasada 1 YTL’lik satın alma yaparsanız, bu diğer şirketlerin 2,5 ila 4 YTL’lik cirosu demek olur.

İki: Türkiye’de 1 kişiye istihdam yaratmak için 100.000 ABD doları harcamak gerekiyor. Bu Batı için çok daha büyük olabilir, çünkü ileri teknolojide sıfır işgörenlik yatırımlar da mevcut. Oysa, büfe gibi hizmete dayalı sektörlerde, 100.000 dolarla 10-15 kişiye de iş açarsınız. Yani burada bir görelilik var.

Gates, yardım kurumlarına bağış yapıyor. Bunlar daha çok 3. Dünya ülkelerine gidiyor.

Anımsayalım:

Nobel barış ödülü alan Bangladeşli Muhammed Yunus, evkadınlarına çok cüzi krediler açarak, çok büyük sayıda istihdam yaratmıştı. Bu açıdan Gates’in paraları dolaylı yoldan da olsa, böyle kullanılıyorsa, Slim’den çok daha fazla istihdam yaratmış demektir.

Buffet ise, daha çok uzay çalışmalarına para yatırıyor. Bu konu, bırakın işsiz eğitimsiz üçüncü dünyalıları, eğitimli birinci dünyalıları bile ikna edemeyen bir konu. İnsanlar uzaycılığa yönelik yatırımları genelde israf sayıyorlar.

Böyle bakınca, ikisi bir denge yakalamış durumda.

Konuya tersinden bakalım:

100 milyon dolarlık yatlar alan dolar milyarderleri ekonomiye daha mı fazla yararlı oluyor?

Bize bakalım:

Toprak’ın ve Sabancı’nın Boğaz’a nazır köşkleri ekonomiye hangi katkıda bulunuyor veya bulundu?

Son olarak soru şu:

Dolar milyarderleri kar etmek mi zorunda, istihdam mı yaratmak zorunda? Veya hangisini yeğlerler? Veya harap ülke Lübnan’ın dolar milyarderleri, paralarını ülkeleri için kullanmasa da olur mu?

http://www.vatanim.com.tr/root.vatan?exec=haberdetay&tarih=14.03.2007&Newsid=112751&Categoryid=7

(14 Mart 2007)

Çin’in 1980 Kuşağı

Evet, Çin’de de bir 1980 kuşağı varmış. Bizde darbe ertesi gelen liberalizm, nasıl 1980 ve sonraki doğumluları feci tüketiciler durumuna dönüştürdüyse; darbe olmaksızın Çin’de de, 1980 ve sonrası doğumlular, yeni bir tüketici kuşağı oluşturmuşlar.

Batıdan gelen yeni markalar ilk olarak bu satın alma grubunu hedefliyormuş.

Dünyanın en ünlü kol saati markalarından Swatch, 8-80 yaş grubundaki kişileri, tüketicileri olarak hedef seçmesine rağmen, Çin'de ilk imaj büyükelçisi olarak, 1980'lilerin idolü olan yıldız Li Yu-Chun'u seçmiş.

Cep telefonu üreticisi Lenovo grubu başkan yardımcısı Liu Zhijun, yeni tip bir cep telefonunun çok iyi satılıp satılamamasının, büyük oranda gençlerin bunu beğenmesine bağlı olduğuna işaret ederek, şöyle konuşmuş:

“Bir cep telefonunun tüketiciler arasında hemen yaygınlaşıp yaygınlaşmaması, büyük oranda 1980'lilerin benimsemesine bağlıdır. Bu nedenle bu gençler için moda dış görünüme ve birçok eğlence işlevine sahip cep telefonları tasarlıyoruz.”

China Merchants Bank 2006 yılında, 1980'liler için iki tip kredi kartı piyasaya çıkarmış. Tanınmış çizgi film kahramanı olan, ‘Hello Kitty’yi konu alan Hello Kitty kartı, piyasaya çıkar çıkmaz, hemen genç kızlar tarafından beğenilmiş, 21 gün içinde 60.000 adet kart satılmış. ‘MSN’ olarak adlandırılan başka bir tip kredi kartı da, beyaz yakalı kızlar tarafından beğenilmiş, kısa süre içinde 600 bin adet satılmış.

Aynı Çin’de:

Resmi rakamlara göre, geçen yıl ekonomi % 10'un üzerinde bir oranda büyümüş ama üniversitelerden mezun olan yaklaşık 4 milyon 130 bin kişiden, sadece % 30 kadarı iş bulabilmiş.

Çin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Chengping şehirlerde işsizlik oranının % 0,5’lık bir artışla % 4,6'ya yükseleceğini belirtmiş.

Sanki aynı resime bakıyor gibiyiz:

Bol yabancı parası, milyarlarca dolar yatırım, büyüyen kentler, işsiz kalan eski çiftçiler; en tehlikelisi de, genç, işsiz ve tüketici bir gençlik. Türkiye’de olan herşeyi 17 ile çarpın, işte size Çin. Artı delicesine bir çevre kirliliği.

Uyuyan dev uyandı ama giderek bir acuzeye dönüşüyor. Bu gidişle, çok değil, 25 yıl sonra Çin, bitmiş bir AB, bitmiş bir ABD gibi olacağa benzer. Sanırım, eski komşularımız Çinliler de, bizim gibi düşünüyor: “Çinliler’e bir şey olmaz.”

http://turkish.cri.cn/1/2007/03/13/1@68234.htm

http://www.bbc.co.uk/turkish/news/story/2007/03/070313_china.shtml

Resim:

www.china-finland.net/epaper/images/twins.jpg

(15 Mart 2007)

Reel Sektör İrreel Sektöre Karşı

Birinci Sanayileşme batıda tamamlandı. İkinci Sanayileşme’nin ilk ipuçları 1950’lerde bilgisayarın icadıyla görüldü. Şimdilerde G-7 ülkeleri; internet, robot, klonlama, vd görüngülerle tezahür eden ve ‘bilgi toplumu’na giden yolda, İkinci Sanayileşme’yi yaşıyor.

Bir kültürel mod süreksiz başlar, süreksiz gelişir ve süreksiz ortadan kalkar, yani araya bir sonraki veya anlamsız mod dönemleri girer. Bugün 4. ve 5. temel kültürel moda geçiyoruz ama dünyada hala birinci (avcı-toplayıcı) modda yaşayan insanlar (Yanomamöler, Aboricinler) var.

Bir kültürel moddan diğerine geçerken, insana, topluma ve bireye, kültüre ve zihine bakış açıları ve düşüngüleri değişir. Aynı görüngülere, farklı düşüngülerle yaklaştığımızda, farklı ışık dalga boylarında farklı resim veren bir yıldız gibi, farklı bilgiler (epistem), bililer (kognisyon) ve bilişler (enformasyon) elde ederiz.

Argümantasyonu bu söylem düzleminde koyduğumuzda, İkinci Sanayileşme’nin devimselleri Birinci’kinden farklı olacaktır, sonucuna varabiliriz. Aynı zamanda, Birinci’nin koyutları, İkinci için geçersizleşecektir, sonucuna da varabiliriz.

Örnekleyelim:

Kapitalist olsun, reel sosyalist olsun, Birinci Sanayi tezleri, üretimin tüketimden az olduğunu, Malthus’çu bir bakış açısıyla önesürer. Oysa, şimdi Dünya’da, gıda dahil, hemen her malın üretimi tüketiminden çoktur.

Buna koşut olarak, yine her iki karşıtsavın ortak olduğu diğer bir koyut da, ekonomik maksimizasyondur. oysa, şimdilerde bunun yerini ekolojik optimizasyon alıyor.

Bürokratların ve teknokratların yerini ise, infokratlar ve kognikratlar alıyor.

Bu 3 sav-kuramcık çerçevesinde, tümdengelimsel olarak, reel-irreel karşıtlığının dönüşümünü irdelemeyi deneyelim:

‘Reel sektör’ denince, sanayi ve tarım anlaşılır. Ancak, bilgisayar sanayiinde, donanım ve yazılım eşlenik durumda. Birbirlerini etkileyen döngüsel bir neden-sonuç ağıyla birbirlerine bağlılar. Bu durumda, bağımsız bir donanım reel sektöründen söz etmek zor, çünkü bilgisayarı bilgisayar yapan, aslında programları.

Hizmet sektörü, tanım gereği irreel sektöre giriyor. 2000’lerde hizmet sektörü G-7 ülkelerinde, toplam istihdamın içinde % 70 oranı geçmiş durumda. Bu durumda reel sektör yok oluyor sanılabilir ama hala reel sektör ürünü olan buğdayı yemeyince ölüyoruz.

Hizmet sektörünün tanımında da boşluklar var. İnşaat sektörü bir hizmet sektörü, yani irreel sektörde sayılıyor ama binalar somut iş olarak ortada duruyor.

Türkiye’nin reel sektörle sorunu var. Dünyaya ihraç edebildiği turizm, konuk işçi ve yurtdışı ihaleleri, hizmet sektöründe yer alıyor. TC patentli mal pek yok, hatta yoğurdu bile yabancılar patentledi. Türkiye, ithalatının % 70’i oranında ara mallar ithal edip, bunları görünürde maliyetinin altında, montaj sanayii sonucu olarak, ihraç ediyor. (İthal mallarda vergi iadesi yıllık 6 milyar dolar, yani kar etmeyebilirler ama o farkı da sıradan vatandaş öder.)

Bugün moda olan neo-liberalizm, kredi kartı, borsa ve arbitraj gibi irreel sektörleri kutsamış durumda. Liboş medyatörlerimizin tamamı, günde 5 vakit aynı kutsama törenine katılıyor ama yine de farklı konuşanlar var:

Abdurrahman Yıldırım, ‘üretimi olmayan bir ülkede, gayrımenkul de, para etmez’ diyor. Bunu, Zorlu’nun 800 milyon dolara Zincirlikuyu’daki arsayı almasının ardından yazdı.

http://www.sabah.com.tr/yildirim.html

Mahfi Eğilmez ise biraz daha farklı düşünüyor ve ‘tüketim olmadan, üretim olmaz’ diyor.

http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=17076

Her 2 yazar da, global geçiş sürecinin ayırdında ama tarih bilinçleri yok, çünkü köşe yazarlarından böyle bir sorumluluk beklenmiyor.

Devam edersek:

Nasreddin Hoca fıkrasındaki gibi, ikisi de haklı. Nasıl mı?

Makro ekonomide, tasarruf (S = savings) (yatırım (I = investment)), özel + devletsel tüketim (C = consumption, G = government) ve üretim (Y = production, P fiyatı (price) göstermek için kullanılıyor) arasında şöyle bir denklem vardır:

Y = C + I (Sx%a) + G

Burada gözönüne alınmayan şuydu: İnsanlar, sınırlı oranda tasarruf yaparlardı. Oysa şimdilerde, tüzel kişiliklere yönelik, özellikle çokuluslu şirketler ve hükümet dışı kuruluşlar elinde, dünyanın yıllık üretiminin çok üzerinde miktarda para birikmiş durumda. Para çokluğu enflasyon yaratır ve eskiden enflasyon çarkların dönüşünü kolaylaştıran yağ olarak kabul edilirdi. Ancak yağ çok kaçınca, ekonominin fren tutması imkansız duruma geldi. Ayrıca, üretimin tüketimi geçmesi gibi, tasarruf da tüketimi geçti.

Buna ek olarak, tüm dünya devletlerinin borcu var. Bu borçlar, tasarruf sahiplerinin cebinden vergi olarak alınıyor. Ancak, neo-liberalizm para sahipliğini çok kutsadığı için, Türkiye dahil her yerde, yağı çok bulunca bir tarafını silenler gibi, parayı etrafa saçanlar türedi. Tassarruf var ama yatırım yok. Bankaların kuruluş amacı olan, yatırım yapmak işlevleri, kredi kartıyla tüketici furyası beslemeye dönüştürüldü.

Diğer bir deyişle, G-7’nin kurmaya çabaladığı ve zorbaca dayattığı neo-globalizasyonun çarkları ekseninden fırlamak üzere. Fay çatlamak üzere ve bu çatlak, bariz bir biçimde reel-irreel sektör üzerinden yürüyor. BM bas bas bağırıyor, global ısınma, kuraklık, kıtlık, kitlesel ölümler, diye… Dinleyen kim?

Oysa, paranın baronları, parayı artık bir araç olmaktan çıkarıp, bir iktidar amacı durumuna dönüştürdü. Üstelik geçmişteki tüm global krizleri herkes biliyor. Dünyanın gaz pedalına tuğlayı koyduk, duvara doğru tam yol gidiyoruz.

İngiliz atasözü:

Tecavüz kaçınılmazsa, zevk almaya bakın.

Ya da:

Ölüm kaçınılmazsa, geleceğe uzanan yolun açılmasına bakın.

Duvar 1989’da yıkıldı, 11 Eylül 2001’de yıkıldı. Kapitalizm yıkıma doymuyor.

(16 Mart 2007)

Fransa’ya 6. Cumhuriyet Gelecek mi?

Fransa’da bu yıl yapılacak olan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, Fransa tarihindeki ilk kadın aday olan Segolene Royal, sürpriz bir açıklama yapmış:

Eğer kendisi başa geçerse, referandum yapıp, cumhurbaşkanlığının yetkilerini daraltıp, yeni bir cumhuriyet kuracakmış.

5. Cumhuriyet şöyle işliyormuş:

“1958 Anayasası, yürütme organını güçlendirip, doğrudan genel oyla seçilen cumhurbaşkanına merkezi bir rol verdiği için cumhuriyetçi, liberal ve parlamenter geleneğe bağlılığa dayalı. Cumhurbaşkanı kurumların temel taşı olarak geçer ve devlet kurumlarının iyi işlemesini garanti altına alır. Orduların başı, ulusal bağımsızlığın sorumlusu olarak, ağır kriz dönemlerinde ayrıcalıklı yetkilere sahiptir. Anayasa’nın 16. Maddesi, ‘Cumhuriyetin kurumlarına, ulusal bağımsızlığa, ülke bütünlüğüne ve uluslararası yükümlülüklerin yerine getirilmesine yönelik ağır tehdit durumunda’ ve ‘kamu gücünün düzgün işleyişi sekteye uğradığında’ gerekli tedbirler almak konusunda cumhurbaşkanına olağanüstü yetkiler verir. Cumhurbaşkanı bazı yasa tasarılarını halk oyuna sunabilir ve meclis seçimlerinin yenilenmesine karar verebilir. Dış politikaları yönlendirir, başbakanı ve başbakanın teklifi üzerine hükümet üyelerini atar, Bakanlar Kurulu’na başkanlık eder.”

6. Cumhuriyet şöyle işleyecekmiş:

“1) Canlandırılmış yeni demokrasi: Cumhurbaşkanının Hakimler Yüksek Konseyi’ne başkanlık etme yetkisini kaldırmak ve konseyin bağımsızlığını garanti altına almak için parlamentonun 5’te 3’ü tarafından seçilmesi sistemini getirmek. Milletvekilliği ile birlikte birkaç görevi yapma hakkına son verilmesi. Senato’nun veto yetkisinin kaldırılması.

2) Gerçek sosyal demokrasi: Sosyal reformlar öncesinde, mutlaka taraflarla müzakere edilmesi, sendikacılığın yayılması için çalışma, şirket yönetim kurullarında ücretlilerin bir temsilcisinin bulunması.

3) Katılımcı demokrasi: Cumhurbaşkanının, çalışmalarıyla ilgili hesap vermesi. Bir milyon vatandaşın imzasını taşıyan her yasa teklifinin mecliste görüşülmesi. Bir halk jürisi kurularak halkın kendi politikalarını geliştirmesi.

4) Toprakların tamamında eşit demokrasi: Bölge yönetimlerinin, üniversite binaları ile cezaevlerinin yenilenmesini üstlenmesi. Deniz aşırı bölgeler dahil olmak üzere, Fransa topraklarının tamamında eşit demokrasi.”

Burada bizim açımızdan dikkati ilk çeken nokta şu: Bizde yıllardır başkanlık sistemi savunulur. Bugünkü anlamıyla demokratik sisteme ilk geçen Fransa ise, bunun tersini yapıyor. Demek ki bir bildikleri var. Yeni yüzyıl desentralizasyon yüzyılı olacak.

Ancak her ikisi de aşırı temsili demokrasi. Katılımcılık, 100 milyon nüfusla ancak simgesel düzeyde kalıyor.

Fransa’nın ikinci bir derdi daha var: Göçmen sorunu. Yeni yüzyılın ikinci versiyonu olan kozmopolit demokrasi, göçmenlerin yarattığı ırkçılık nedeniyle işlemiyor. Geçen başkanlık seçiminde ikinci en yüksek oyu alan Le Pen, uç milliyetçi.

Kuram ile eylem bir kez örtüşmüyor. Gerçekleri kuramlara uydurmak başarısızlıkla sonuçlandı. Artık işleyen kuramlar icat edilerek, kuramları gerçeklere dönüştürme zamanı.

Adamlar, pardon kadınlar, 49 yılda 5.’den 6. Cumhuriyet’e geçecek. Biz, 84 yıldır 2.’sine geçemedik hala. Darısı başımıza…

http://www.hurriyet.com.tr/dunya/6159720.asp?m=1&gid=112&srid=3435&oid=1

Resmin alıntılandığı adres:

www.linternaute.com/.../segolene-royale.jpg

(20 Mart 2007)
Dipnot: Royal seçimi kaybetti. Evlilik dışı birlikte olduğu ve 4 çocuk yaptığı partneri Hollander’den, onun ihaneti nedeniyle ayrıldı ve ona rakip oldu. Bu durumda bir sonraki seçimi kazanabilir demektir.

‘Mortgage’ mi, Mort Geç mi?

Hangi sözcüğü kullanacağımıza değil, somut karşılığına bakalım:

‘Mortgage’ ipotektir. A miktarda para yatırırsın. B miktarda parayı 10-20 yılda, sabit taksitlerle ödemek üzere, % r faiz ile borç alırsın. Evin fiyatı, ‘P = A+B’ olur.

Bu durumda gerçekler şunlar olur:

Bir: Talep nedeniyle ev fiyatları hızla yükselir.

İki: İnsanlar, tüketici psikolojisiyle, makul fiyatlı bir ev alacaklarına, gidip bir evi ederinin 3 katı fiyata satın alırlar.

Üç: Ev kredisinin reel faizi, kredi kartı faizleri kadar yüksektir.

Dört: Enflasyon sıfır, hatta eksi bile olsa, sözleşmede diplerde bir yerlerdeki büyüteçle okunan ibareler sayesinde, taksidiniz asla azalmaz.

Beş: % X kadar bir kesim bu borçları ödeyemez ve 60’ından sonra sokakta yatmaya başlar. Bakınız ABD’deki 750.000 küsur kişi:

http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=216628

Altı: Başlangıçta ödeyeceğiniz miktar, vermekte olduğunuz kiranın 3-5 katı olacaktır.

Bu durumda, ‘mortgage’ değil, mort geç, yani ölüm geç, yani ‘uzak bir gelecekte’ veya ‘geçiniz’ gibi bir şıkta olmalıdır. 150 sene filan yaşayacaksınız, karlısınız demektir.

Onun yerine:

Geç evlenir ve babaevinde para biriktirirsiniz. Evlenince, eşiniz de çalışır. Hiç çocuk yapmazsınız veya en çok 1 tane yaparsınız. Haa, işte o zaman, hele bir de memursanız, 45 yaş civarında peşin parayla ev alabilecek parayı birlikte biriktirebilirsiniz demektir. Ancak o zaman da sakın boşanmayı düşünmeyin. Ev, ederinin üçte birine satılır, gelen para ikinizin de işine yaramaz.

(27 Mart 2007)

Dipnot:

“Deutsche Bank Securities analisti Mike Mayo, toplam hacmi 1,2 trilyon dolar olan ABD ‘mortgage’ kredilerinin 150 ila 250 milyar dolarlık bölümünün geri dönmeyeceğini söyledi.

Mayo, buna ek olarak mali kuruluşların ‘mortgage’ kredileri üzerinden oluşturduğu ve toplam hacmi 2 trilyon doları bulan türev piyasalarında da 150 milyar dolarlık bir kayıp olacağı tahmininde bulundu.

Analistler, bu rakamların yüksek riskli mortgage kredilerinden en azından dörtte birinin ödenmeyeceğini gösterdiğini bildiriyor.”

http://www.cnnturk.com/EKONOMI/DUNYA/haber_detay.asp?PID=39&haberID=404283

İronik olan durum, konuyla ilgili kurumlardan birinde birkaç milyar dolar zarara neden olan 2. CEO’nun işten atılınca, 600 milyon dolar tazminat almasıydı.

Almanya'da Sosyal Devlet Anlayışı Kayboluyor

AB ülkeleri, ABD’yle karşılaştırılınca, sosyal devlet anlayışını savunuyor durumda kalıyordu. Hatta, ABD’li Oscar ödüllü belgeselci Michael Moore, bu konuda Fransa’da bir film yapmış durumda.

Ancak, neo-liberalizm ve globalizm dalgası, AB ülkelerinde bu konuda geri adımlar atılmasına neden oluyor. Emeklilik yaşı giderek daha yukarı alınmakta ve bu insanların emekli olmasını neredeyse imkansız duruma getirmekte.

AB ülkelerinden Almanya’da da gidişat benzeri durumda.

Yasal asgari ücret saat başına Lüksemburg’da 9 avro, İrlanda’da 8 avro ve Fransa’da 8 avro 27 sent iken, Almanya’da sadece 7 avro 50 sent imiş.

Ülkede yoksulluk sınırı olarak tanımlanan aylık 604 avronun altında geliri olanların oranı son beş yılda % 11’den % 16’ya çıkmış.

Son 10 yılda en üst katman gelirini % 8.9 artırmış, ancak en alt katman ise % 3’lük gelir kaybına uğramış.

Buna karşılık holdinglerin karlarında büyük bir artış grafiği çiziliyor, genç milyarder sayısı Çin ile birlikte, en çok Almanya’da artıyormuş.

Bu gidişat nereye kadar sürecek?

Öncelikle AB ülkelerinde işçi sınıfı bizdekinden çok daha bilinçli ve yasal koşullar bizdekinden çok daha fazla haklar sağlıyor. Bir grev dalgası o karların köpüğünü 6 ayda alıverir.

Şimdilik eski parlak günlerin hatırına, insanlar hala sınıf atlama hayalleri kurabiliyor. Gün gelir, bıçak kemiğe dayanır, tepki o zaman başlar.

Burjuvazinin şimdilik göremediği gerçek şu: Müreffeh yaşamları, nüfusun % 75’i ile kurulmuş bir toplumsal uzlaşma sayesinde ayakta kalabilir. Hak dengelerini tek taraflı olarak, kendi lehlerine zorlamaları orta ve uzun vadede ancak yıkım getirir. Zamanında burjuvazi aristokrasiyi yıkmıştı. Gün gelir, orta sınıf da büyük burjuvaziyi yıkar.

http://www.voanews.com/turkish/2007-04-08-voa3.cfm

(9 Nisan 2007)


Türkiye’nin Yeni Helikopteri T-129

Tam 12 yıl süren ATAK helikopter maratonunda İtalyan Agusta Westland şirketinin A-129 modeli ipi göğüslemiş.

Önümüzdeki günlerde İtalyanlar’la görüşmelere başlayacak Savunma Sanayii Müsteşarlığı (SSM), helikopterin taşıma gücünü arttıracak, daha güçlü Amerikan RAH-66 Comanchi’nin de kullandığı, T800 motorunun en güçlü modelini istiyormuş. T129’un maksimum kalkış ağırlığı bu motorla 5,5 tona çıkartılacakmış.

Türkiye bu helikopterleri Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde kullanmak üzere istiyor. Daha önceki farklı model helikopterler, oradaki 3.000 metre irtifada performans düşüklüğü yaşamıştı, hatta bu nedenle helikopter düşüşleri yaşanmıştı.

Burada, araya bir öneri koyalım:

Yüksek irtifada yaşanan basınç düşüklüğüne bir çözüm olarak, helikopterin kanatlarına basınçlı hava püskürtmek yolu düşünülebilir.

Bunu yazmamızın nedeni, en saçma görünen düşüncelerin pekala uygulama alanı bulabileceğidir. Mayınların gemiye çarpmasını önlemek için, benzeri bir yöntemle onlara hava üflenmişti. Böylelikle, yüzer gezer mayınlar patlatılmadan gemiden uzak tutulabiliyordu.

Helikopterlerin finansmanının 15-20 milyar dolar arasında bir maliyeti olacağı, daha önce gazetelerde yer almıştı. Eskiden bu tür haberler, kamuoyunda az da olsa tepki uyandırırdı ama herhalde artık savaş psikolojisine girmeye başladık, kimseden ses çıkmadı. Sonuçta o para vergilerden, yani vatandaşın cebinden gelecek.

İlk ihalenin iptaline neden olan düşman-dost ayrımı yapacak yazılım, Aselsan liderliğindeki Türk şirketleri tarafından hazırlanacakmış.

İşte bu güzel. Günümüzde herşey bilgisayarlarda ve o yazılımları üretenler, sizin arka kapınızı çalmadan geçebilir. Demek ki müttefik Yankiler’e güvenmemeyi artık öğreniyoruz.

Asker zihniyeti, Büyükanıt’ın son konuşmasında görüldüğü üzere, artık esneklik kazanmaya başladı. Bir de şu, profesyonel askerlik ve bu askerlerin sivil koşullarda, doğal afet durumlarında, gerekirse bedeli alınarak, her an kullanılır durumda tutulmasının önemini bir kavrasalar: Savaş topyekun bir olgudur. Savaşlar artık kentleri ve sivil ortamları da kapsıyor, sivillerin ve askerlerin savaş koşullarında koordinasyonu öğrenmeleri gerekli, hem de acilen gerekli. Anımsayalım, 1999 depreminde sistem felç olmuştu.

Evet. Türkiye’nin kendi ayakları üzerinde yürümesine az kaldı. Beynim, bu alanda kullanıma ve işbirliğine açıktır.

http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/6290500.asp?yazarid=41

(9 Nisan 2007)

Yanki İronisi

ABD’de at kılı yatak 60.000 dolar imiş. Yine ABD’de Detroit’te 4 odalı evler 7.000 dolara düşmüş.

Aslında yoruma hiç mi hiç gerek yok ama biraz eğlenelim:

1 yatak = 8,5 ev.

Tabii evlerin fiyat düşüşünde Yanki nedenleri var:

İşsizlik had safhada ve ‘mortgage’ ödeyemeyenlerin evleri, konutta arz fazlası yaratıyor.

ABD’de asgari ücretin saatı net 5 dolar, ayda kabaca 1.000 dolar ediyor.

Yani, 100 kilometre ötede bir iş bulup, Detroit’teki evinizden gidip gelebilirsiniz. Evi de 1-2 yıl taksitle ödersiniz. Gerekirse, evin odalarını da kiraya verirsiniz.

İşte neo-liberalizmin en çok övündüğü sınıf atlamanın diğer yüzü: Sınıf düşme. Herkes eşekten inip ata biner ama attan inip eşeğe kimse binmez. O nedenle, kapitalizm hiçbir zaman tarihsel kabul görmedi. Örneğin, Türkiye’de gelecek 4. liberalizm dalgası elma şekerinin şekerini veya elmasını değil, sapını verecek kitlelere.

http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/6290493.asp?yazarid=15

http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=6290978&tarih=2007-04-08

(9 Nisan 2007)

Orta Sınıf Devrim Yapabilecek mi?

Öncelikle anımsayalım: Burjuvazi, 1789’da Fransa’da orta sınıf iken devrim yaptı. Aristokrasi ile proleterya arasındaydı.

Sonra devamında şunu da anımsayalım: Tarihin varolduğu kabaca 5.000 yıldır kentler, yazı, matematik, savaş ve sınıflar hep vardı. Ticaret kentlerden önce de vardı. Matematik proto düzeyde vardı (düğümlü iplikler ile).

Orta sınıf da hep vardı. Eski kültürel modlarda bunlar çoğunluk esnaf ve zanaatkarlar idi. Eğer devlet fakir ise, fakir köyün ağasızlığı gibi, orta sınıflar da sürünürdü. Bugünün esnaf ve zanaatkarları da ‘alt-orta-üst’ çarpı ‘alt-orta-üst’ türünden 9 aşamalı sınıflandırmada, yine 4.-5. arasında yer alırlar ama gelir düzeyi olarak, nüfus ortalaması olarak değil.

Bugünün orta sınıf(lar)ı devrim yapmayı bırakın, yerinden kımıldamak istemiyor, çünkü hepi topu bir kuşaktır edinilmiş evleri ve arabaları var. Sınıf atlama denli, sınıf düşme de vaka-yi adliyeden olduğu için, korkudan ve (eskiden kapıcılık yaptıkları apartmanlarda, daire sahiplerine karşı kendilerinin duydukları, şimdi akrabalarının kendilerine karşı duyduğu) hasetten oldukları yere mıhlanmış durumdalar.

Oysa, 1789’de herşey aristokratlarındı. Burjuvazi ticaret yoluyla palazlanmak istedikçe, aristokrasi oyuncak durumuna getirdikleri krallara vergiyi çoğalttırıyordu, olmadı kralı deviriyordu. Askerlik ve silahlar ise, zaten aristokrasinin tekelindeydi.

Bu durumda burjuvazi, ancak savaş zoruyla hakkını alabildi. Kralsa, düşmanı ülkenin ordularını başkentine salıverdi (bugünün işbirlikçilerine ne kadar benziyor, değil mi?) ama yine de giyotini boyladı.

Günümüzün neo-liberal dalgalarında ise, ya köylülere kenti yağmalattırıyorlar, ya da beyaz yakalı göstermelik örneklere borsada ya da CEO’lukta sınıf kere sınıf atlattırıyorlar. Kitlenin geri kalanı da, bunun hayaliyle televizyonda dizi film seyrediyor.

Sözü şuraya getireceğiz:

İngiltere Savunma Bakanlığı’nın olası tehditlerden yola çıkarak hazırladığı 90 sayfalık rapor, dünyada 28 yıl sonra yaşanacak gelişmelere ışık tutuyormuş.

Yine burada deniyormuş ki:

“Küreselleşmeyle birlikte sınıflar arasındaki uçurum artacak. Karl Marx’ın işçi sınıflar için öngördüğü ayaklanmayı orta sınıf yapabilir. Çünkü baskı altında olan farklı ülkelerin orta sınıfları, yeni iletişim teknikleriyle bir bütünleşme eğilimi gösteriyor. Üretimi elinde tutan orta sınıfın ayaklanmasıyla marksist bir devrim gerçekleşebilir.”

http://www.haber7.com/haber.php?haber_id=233384

Demek ki neymiş?

“Devrim bitmez, devrimciler biter, gelecekte yenileri devrim yapmaya yeniden başlar,” savımız doğruymuş.

Ancaak:

Öngörünün gerçekleşeceği tarih olan 2035’te üretimin en az % 50’sini robotlar yapıyor olacak. Japonya’daki robot sayısı şu an çalışan sayısının % 10’unu yakalamak üzere. Bu bir. (Robotların insanlara karşı savaşı henüz tarihin ve gelecekbilimin değil, bilimkurgunun alanında.)

İkincisi: Zanaatkarlar, işçi sınıfı, her ne denirse densin, ürettiği için değil, aç kaldığı için devrim yapar. Yapmıştır da. Yapacaktır da. Bugünkü ve yarınki açlar, gecekondularda ve doğada yaşıyorlar. Tarihte daha önce yaşandığı gibi, kentlere saldırıp, kentleri bir anda yaşanmaz kılabilirler, kılmışlardır da, bakınız: İstanbul (hem de kaç kez?).

Gelecek bilgi toplumudur. Geleceğin üretimi bilgi üretimidir, hatta şimdiden öyledir. Toplumda bilgiyi üreten %o 1-5’lik entellektüel kesim, bilimci kesim, çoğunluk devrimci değil, tutucudur. İktidar seçkinleriyle işbirliğini daha çok yeğler. Bunda temel pay, kitlenin / proleteryanın okumuşları pek sevmemesindedir.

Konuyu toparlarsak:

Son 50 yılda bilginin her 10 yılda bir üssel artışıyla zaten başka türden bir devrim yaşanmıştır. Bugünkü globalizm, toplumları genelde muhafazakar yapmıştır. Cüzdanı sağda, vicdani solda olanlar, kuşkusuz cüzdanlarına liboşlaşırlar. Buna, bir yaşam diliminde oluşan çok hızlı değişimlerin getirdiği tutuculuğu ekleyin, böylelikle bugünkü global eğilim, Orta Çağ feodalizmi denli tekdüze ve sabit bir toplum yaratmaktadır. Zaten buna daha 1980’de Alain Minc ‘Yeni Orta Çağ’ (İmge Yayınları) demişti.

Evet, devrim olacak ama onu kimin yapacağı henüz kesin değil. Kültür, toplu bilinçsizlik gibi kavramlar nedeniyle, bir tek bireyinin bilinci olmadan bir toplumun gerçekleştirdiği edimlerle doludur. Devrim için de pekala öyle olabilir. Global sendikaların toplumcu ve anti-globalistlerin bireyci eylemleri, birarada sinerjik etkiyle pekala bu işe yarayabilir.

(11 Nisan 2007)

İkinci Sanayileşme Ölçütleri

İkinci Sanayileşme ölçütleri; kültüre son yıllarda girmiş olan bilgisayar, internet, robot, yapay zeka, organ nakli, vd gibi olgulardan oluşur. Bunları irdeleyelim:

Bilgisayarlar son 50 yıldır, her 18 ayda bir 2 katı güce çıkıyor. Bunun 50 yıl daha süreceği sanılıyormuş. Ancak entegre devrelerde ölçek altsınırı olarak, elektron çapına inilmiş durumda.

http://www.intel.com/cd/corporate/techtrends/emea/tur/210618.htm

Genetikte, her genetik harfi (birimi) dizme maliyeti 27 ayda bir yarıya iniyormuş. (Gelecek 50 Yıl, NTV Yayınları, 2007)

Robotların sayısının, 2007 sonu itibarıyla toplam 5 (yazıyla beş) milyonu geçmesi bekleniyormuş. Japonya’da otomotiv gibi bazı sektörlerde, robot oranı çalışan sayısının % 10’unu bulmuş.

http://www.livescience.com/technology/robot_increase_041020.html

Androit (insansı robot) projelerinin sayısı göreli daha yavaş artıyor. Henüz 100’ü bulmadılar (2006 sonu itibarıyla 91).

http://www.androidworld.com/

Dünya şampiyonunun yenen satranç programlarından çeviri programlarına dek, birçok yapay zeka kullanımda. Şunu kabul edelim ki ilk mekanik hesap makineleri de yapay zekaydı, elekronikler de.

Uzaya giden ilk 200 kişinin 18’i ölmüştü. Sonraki 250 kişinin 8’i ölmüştü.

Uzaya vatandaşı giden ülke sayısı 1962’de 1 iken, 2007’de 25 idi. (Türkiye’ninki 2015’te gidecekmiş.)

Ay’a yerleşmeyi ABD ve Japonya düşünüyor. Mars’a gitmeyi ABD ve Çin-Rusya düşünüyor.

Nükleer bombası olan ülke sayısı 1945’te 1, 2005’te 10 idi.

2007 başında 1 milyar internet kullanıcısı ve 2 milyar cep telefonu kullanıcısı vardı.

Beyin (duyu / algı) protezleri yaklaşık 100.000 kişide kullanımda.

Dünyada 2000’de yaklaşık 129.000 kişi nakil organlarla yaşıyordu. Her yıl 50.000’in üzerinde organ nakli yapılıyor. Nakil kalple en uzun yaşama süresi 25 yıl oldu. Yeni doğan bebeklerin organ nakli yaşayanlarının daha ne kadar yaşayacağı henüz belli değil. Çoğu sağlıklı çocuklar olarak yaşamını sürdürüyor.

http://www.secinfo.com/dRc22.5t4.htm

‘Face Off’ filmi 1997’de yapıldığında, herkes yüz naklinin imkansız olduğunu savunmuştu. 2005’te yapıldı ve başarılı oldu.

http://www.maksimum.com/haberler/h/yuz_nakli_yapilan_kadin_neler.php

Henüz ölümsüzlük yok. Ancak geçen yüzyılda insan yaşamı ortalama 2 katına çıktı, yani 1 yaşama 1 yaşam daha eklendi ki birbirine eklenen 2 yaşam, 2 tane tek yaşamdan daha çok ve farklıdır.

Henüz klon insan yok. Ancak, yapılamayacağı için değil, yasak olduğu için uğraşılmıyor durumda.

1970’lerde deontolojik ve Papa’sal nedenlerle tüp bebek çalışmaları yasaklanmışken, Türkiye’de 1990-2007 arasında 20.000’i aşkın tüp bebek doğdu.

http://www.sabah.com.tr/2007/02/05/gny/sag101-20070205-200.html

İlk tüp (kız) bebek 2007’de doğal yollardan anne oldu.

http://www.forumturka.net/forum/archive/index.php/t-68949.html

Klon hayvanlar da doğal yollardan anne oldu.

http://www.genbilim.com/content/view/1554/52/

Henüz zihnin yazılımlaştırılması ve aktarılması yok.

Mesai saatının haftada 25, günde 5 ve tekparça mesai olması olasılığı henüz ufukta yok. 1900’den beridir ortalama toplamda her 5 saatlık azalış 40 yıl almış. Bugün G-7’de haftalık 35-40 saat, Türkiye’de haftalık 40-45 saat durumunda. Bunların, 2040’a dek 5’er saat eksilmesini umabiliriz demektir.

Eğitim süresi, doktora düzeyi ile (3-28 yaş arası olmak üzere) 25 yıl oldu. Ümmilik global düzeyde hala % 20 düzeyinde.

1 milyar kişi gecekondularda yaşıyor.

1 milyar kişi feodal veya daha eski kültürel modda yaşıyor.

Dünya nüfusunun % 60’ı kentlerde yaşıyor. Bu tarihte ilk kez gerçekleşen bir olgu. Gelecekte bu oran yeniden tersine dönebilir.

Nüfus artışı 2075-2125 arasında bir yerlerde duracak. Bu tarihte isteyerek ilk nüfus artışı duruşu olacak.

Çevre kirliliği 2100’den önce durdurulamayacak.

Enerji krizi 2075 civarında patlayacak.

Gıda krizi 2050 civarında patlayacak.

Su krizi 2025 civarında patlayacak.

Çıkarımlar:

Görüldüğü gibi, Birinci Sanayileşme’de de yaşandığı üzere, bir ileri gidenler var, bir geriye kalanlar var, bir de ortada salınanlar var. Bu; savaş, iç savaş, darbe, devrim, halk isyanı, kronik kriminalite, vd demek.

Tarihin öteleyici vektörleri AB 50, ABD 200 yıldır durağanlık getiriyor. Çin’in öteleyici vektörü en geç 2050’de durur. Demek ki 2050 sonrası durağanlık demek, çünkü Çin değişim eğilimlerini de emmiş olacak.

2050-2250 arası, 1500-1900 arası gibi iniş çıkışlarla dolu olacak.

1900’deki süper güçler 2000’de de vardı. 2100’de bunların arasında Çin, Hindistan ve Brezilya da olacak. Onlardan sonraki 5-10 ülkenin sıçrama yapma olasılığı % 50-50.

2150’lere doğru tüm büyük ülkelerin siyaseten dağılma olasılığı var. Onları birarada tutan iktisadi ve askeri nedenler ortadan kalkmış olacak. Tarihte ülkelerin çoğaldığı bir dönemdeyiz.

2000-21000 arasında Einstein türü dehalar ve 20. Yüzyıl’ın başındaki gibi sağanak halinde öncü sanat akımları pek umulmuyor.

Sonuç:

Doğrusal programlamadaki gibi, sınır doğru denklemleri belli. Kritik durumlar, bunların kesişme noktalarında ortaya çıkabilir. Yani, pozitifler ve negatifler birden çok sayıda birarada faz binişik olarak yaşanırsa, sıçramalı olgular gerçekleşir, tersi durumda arada salınımlar gerçekleşir.

(11 Nisan 2007)

AKP-ABD

ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, AKP'nin Türkiye'yi Avrupa'ya doğru götürdüğünü söyledi.

http://www.milliyet.com.tr/2007/05/11/son/sondun05.asp

Götürdü de biz niye göremedik?

Yıkacakları AKM ile mi bizi AB’ye götürecek?

1 Mayıs 2007’deki tavrıyla mı bizi AB’ye götürdü?

Öldürülen 3 Hristiyan’la mı bizi AB’ye götürdü?

Hrant Dink’in öldürülmesiyle mi bizi AB’ye götürdü?

4 milyon dolara 2 kez baştan aşağı yapılıp yeniden çukurbostana çevrilen İstiklal Caddesi ile mi bizi ABD’ye götürdü?

Hızlı tren kazasında istifa etmeyen ulaştırma bakanıyla mı bizi ABD’ye götürdü?

Dünyanın en pahalı benziniyle mi bizi AB’ye götürecek?

Yılda 100 milyar dolarlık dış ticaret açığıyla mı bizi AB’ye götürecek?

Ondan sonra da, ‘AKP ABD desteklidir ve ABD destekli bir hükümetin bu ülkeye hayrı olamaz’ deyince kızıyorlar.

(11 Mayıs 2007)

Çin’de Borsaya Ürküten İlgi

Çin’deki Şanghay borsası 2006’da % 100, 2007’de şimdiye dek % 50 değer kazanmış.

Birçok kişi, borsanın nasıl işlediğini bilmeden, evlerini ipotek ederek ya da bankadaki tasarruflarını çekerek borsaya yatırıyormuş.

Ne kadar tanıdık bir durum gibi geliyor, değil mi?

Çin Bakanlar Kurulu'nun (Devlet Konseyi) borsada bir çöküşe neden olmadan duruma nasıl müdahale edilebileceği konusunda uzmanlardan görüş aldığı söyleniyormuş.

Şanghay borsasında bu yılın şubat ayında yaşanan ciddi düşüşler, zincirleme etkiyle tüm dünya borsalarında düşüş yaşanmasına neden olmuştu.

Bizim sevgili borsamız da bundan payını almıştı.

Sevgili borsamız, 1986-1996 arasında 1’e 4’e varan oranda 3 dip ve 3 zirve yapmıştı. Bu süreçte 20 milyar doların üzerinde para, sayıları 1 milyonu geçen küçük yatırımcının cebinden uçup gitmişti.

Tabii, Çinliler daha toy, bunları bilemezler. Hoş, bizim deneyimli halkımız, Banker Kastelli’den beridir, onlarca kazık yemesine karşın hala akıllanmadı, uslanmadı. Hala sınıf atlamaya, hala köşe dönmeye debeleniyorlar.

Çinliler, bu gidişle bizimkilere benzeyip, trilyonlarca doları kediye yükleyecekler. Lao Tzu’nun ve Konfiçyus’un ahlak öğretilerine uymayacaklar.

http://www.bbc.co.uk/turkish/news/story/2007/05/070514_shanghai.shtml

(14 Mayıs 2007)

Dipnot: Çin borsaya vergi getirerek, endeksi düşürdü.

AB Yerine, ABD


Ünlü Bilderberg toplantıları çerçevesinde Türkiye’ye gelen Kissinger böyle buyurmuş. Doğrudur ama bunu geç anlamış. Kendisi zamanında, İstanbul Boğazı’na atom bombası atmayı düşünenleri işe almıştı. Bize kene kadar değer vermiyordu. Tüm ABD akilleri gibi, emekli olunca, aklı başına geliyor. Bakınız: Brzezinsky, Fuller ve diğerleri.

Kissinger’ın diğer saptamaları ve karşı yorumlar:

“ABD’de bazı çevreler ‘Irak’tan hemen askerlerimizi çekelim’ diyorlar. Ancak ben bunu kabul etmiyorum, çünkü Irak’tan çekilirsek kriz komşu ülkelere de sıçrar, hatta Fas’tan Endonezya’ya kadar birçok ülke bu krizden etkilenir.”

Doğrudur ama bu krizler kendiliğinden değil, yine ABD kışkırtması ile olacaktır. ABD kendisine gereksinim duyulmamasını kaldıramaz durumda hala.

“ABD’nin Kuzey Irak’a yönelik olası bir operasyona ilk tepkisi, büyük ihtimalle problemi anlamaya çalışmak olur. Ama böyle bir askeri harekatı bu aşamada istemez. Çünkü, ABD şu anda Irak’ın Suriye ve İran sınırını güvence altına almaya çalışıyor.”

İşte bu nedenle Türkiye, Kuzey Irak’a girecek. Türkiye orada olmazsa, ABD İran’da başarı sağlayamaz. Türkiye’nin terör nedeniyle 3 ülkenin de sınırları içinde operasyon yapma hakkı, BM tarafından Kasım 2003’te tanındı.

Sonuç:

1946’dan beridir ilk defa olarak ABD, bir müttefikinin çıkarlarını düşünüyor, daha doğrusu öyle yapmış gibi yapıyor.

Örneğin, eski Doğu Bloku ülkelerine yerleştirdiği füzelere karşılık, Rusya’nın AB devlerini vurabileceğini bile bile, onların çıkarlarını gözardı ediyor. Eh, zamanı gelir, kimse de ABD’yi takmaz.

http://www.milliyet.com.tr/2007/06/01/guncel/gun10.html

(1 Haziran 2007)

Güney Bankası

Dünya Bankası’na IMF’ye borçlarını erken ödeyen Latin Amerika ülkeleri Venezuela, Arjantin, Brezilya, Bolivya, Ekvator ve Paraguay Güney Bankası’nın kurucularından olmak istediklerini duyurmuş.

Kuruluş sermayesi 7 milyar dolar olarak öngörülüyormuş. Banka’nın destekleyeceği ilk proje de belirlenmiş: ‘Prestij projesi’ olarak adlandırılan bu proje ile Venezuella’dan Arjantin’e uzanan 8.000 kilometre uzunluğunda doğal gaz boru hattı inşa edilecekmiş.

Demek ki neymiş?

Güney, 500 küsur yıllık uykusundan artık uyanıyormuş.

Peki Güney, Kuzey ile başedebilir mi?

Kısa vadede belki hayır ama uzun vadede kesin evet.

Bugünün vatandaşları unuttu ama Türkiye de böyle bir mücadele ertesinde kurulmuştu. Vardığımız yere bak: Son yılda Türkiye’de biriken yabancı sermaye 450 milyar dolar, Türkiye’nin harcanabilir GSMH’sı 2006’da 214 milyar dolar. Kapitülasyonları kovmak için savaş ettik, sonra da ülkemizi savaşsız sattık.

Türkiye, Kuzey’de değil, Güney’de olduğunu ergeç öğrenecek ya da yüzyıllar boyu sömürge olarak kalacak.

http://www4.gazetevatan.com/haberdetay.asp?tarih=01.06.2007&Newsid=121845&Categoryid=2

http://www.dw-world.de/dw/article/0,2144,2574920,00.html

(4 Haziran 2007)

Parfüm Kadar Değersiz

G-8 ülkeleri zirvesi, Almanya’nın Heiligendamm kentinde başlıyormuş. Protestocuların ortaya koyduğu gerçekler şunlarmış:

“İngilizler, hükümetin yardıma ayırdığı bütçenin 2 katını şarap ve şampanyaya yatırdı.

Almanların ayakkabıya harcadığı para, yardımdan fazla.

Fransız kadınları, resmi yardım bütçesinin 3 katını parfüme yatırdı.

Japonya’da güneş gözlüklerine harcanan para yardımı aştı.

ABD’nin yıllık yardım miktarı ExxonMobil’in yıllık karından düşük.

İtalyanlar dondurmaya, yardımdan daha çok para ayırdı.

Kanadalılar’ın biraya yaptığı harcamalar yardımların 2 katı.”

Gelişmişler az gelişmişlere yıllık yardım miktarını bir türlü 50 milyar dolara çıkaramıyormuş.

Asıl sorun şu: Japonya haricinde hepsi, yaşlanan nüfusları nedeniyle, genç karakafalar ithal ediyorlar. O karakafalar da gidip, Fransa’da yapıldığı gibi, zenginlerin mallarını yakıyor yıkıyor.

Sonra da oyunun adı ‘cici liberalizm’ oluyor.

Timur Selçuk’un şarkısı nasıldı?

“7 nüfuslu haneye 3,5 tayın yetecek.”

Biri yer, biri bakar, devrim ondan kopar.

http://www4.gazetevatan.com/haberdetay.asp?tarih=05.06.2007&Newsid=122418&Categoryid=30

(5 Haziran 2007)
Türkiye’nin Akil’sizliği 1

12 Haziran 2007 tarihli Radikal’de, Neşe Düzel’in USAK stratejisti Sedat Laçiner ile söyleşisi yayınladı. Konu savaş gündemi idi. Metinler alıntı ve karşı yorum biçiminde sıralandı. Yanlış bilgilendirme artı bilmeme ve bildiğini bilmeme gibi, ölümcül iki hatanın bir uzman tarafından silsileler halinde nasıl yapıldığına örnek olsun diye bu söyleşi seçildi.

“… bunları söylemek, her tarafı kırıp dökmek demektir. Bu tür şeyler böyle kamuoyunun önünde, basının karşısında, kokteylde söylenmez. Alttan birileri söyler bunları. Karşı tarafa istihbarat dosyaları gönderilir ve bunlar medyaya sızar.”

Bakar mısınız yönteme? Soğuk Savaş dönemi takıntılarına…

“Eğer bir savaş veya düşük yoğunluklu çatışma, bir ülkenin seçim yapmasını engelleyecek olsaydı, Amerika tarihinde hiç seçim yapamazdı.”

Bir: Orayı zaten savaş lordları / zenginleri yönetiyor. İki: ABD o kadar çok savaşa girmedi, 231 yılında resmi savaş sayısı 12’dir. Daha çok darbe yaptırdı. Üç: Savaşta seçimler hemen tüm ülkelerde ertelenir. Ertelenmese ne olacak? Seçmenlerin yarısı cephede oluyor zaten.

“Aslında terör, silahlı bir meydan okuma değildir. Terör, fikri bir meydan okumadır.”

PKK, pseudo-marksizmden şeriatçılığa savrulan bir fikri mücadele içinde değil, Türkiye’den belli toprakları isteyen silahlı bir mücadele içindedir. Koçgiri Ayaklanması’ndan beridir Kürtler, Türkiye’den ayrılmak istemektedir. En azından o ayaklanmayı yapanlar, Kürtler’in ünlü yalan söylemini, Atatürk’ün Kürtler’e özerklik vaad ettiğini bile pas geçmekteler ve daha Milli Mücadele yerine oturmadan, Kürtler’in taa Sevr’den başlayarak ve onun maddelerine istinaden ayrılıkçılığını açık açık söylemekteler. (Koçgiri Halk Hareketi, 1919-1921, Koloktif Çalışma, KOMAL Yayıncılık, 120 sayfa, 1992.) Bizim stratejistimiz de, lafı kıvırıp durmakta.

“O dağa işini iyi yapan, komando eğitimi almış, SAT türü 35-100 James Bond gönderirsiniz, işi bitirirsiniz.”

Bakar mısınız hamasete? Peki, bu denenmedi mi? Denendi. Yukarıdakini söyleyen, bunu bilmiyor mu? Biliyor ama işte takılıp kalmış ‘Soğuk Savaş - James Bond’ söylemlerine.

“Batılı ülkeler, teröristle mücadeleyi asla orduyla yapmıyorlar. Polisin içinde bir birim kuruyorlar.”

Bu yapılmadı mı? Yapıldı. 15.000 kayıp, 15.000 faili meçhul oldu. Susurluk oldu. Üstüne, milyonlarca avro da AİHM cezaları ödedik.

Bir de şu gerçek var: ABD, Irak’ta ve Afganistan’ta polis mi kullanıyor, asker mi?

“Bugün Türkiye'nin dış ve iç güvenliği, siyaseti birbirinin içine girmiş ve çorba olmuş vaziyette.”

Savaş ve siyaset, savaş ve hile, savaş ve casusluk, siyaset ve casusluk, diplomasi ve casusluk, diplomasi ve savaş, diplomasi ve siyaset, hiçbir zaman birbirinden ayrılmaz. Hepsi içiçedir, birinden diğerine geçebilmen için de, öyle olması gerekir; asker kasaturasını da üzerinde taşır, tüfeğini de; uzak ve toplu döğüşte ikincisini kullanır, yakın ve teketek ve sessiz döğüşte ilkini kullanır. Öneri: Türkiye, her ne zaman ki PKK’ye yönelik Kürt sivil casusluğuna feyk atabilecek, yani onları yanıltabilecek, işte o zaman savaşı kazanmış olacak.

“Eğer karşı taraf size sıcak takip izni vermediyse, 'sınır ötesi operasyon' diye bir şey yoktur uluslararası hukukta.”

Kasım 2003 tarihli, İstanbul’daki 4 bombalama olayının hemen ardından çıkarılmış, bir BM kararı var: Türkiye’ye sınır ötesi operasyon hakkı veriyor.

(“BM Güvenlik Konseyi'nin önceki gün İstanbul'daki terör saldırıları üzerine aldığı 1516 sayılı karar Türkiye'ye meşru müdafa çerçevesinde gerekirse, sınır ötesi askeri harekâta girişme hakkı veriyor.”)

http://www.radikal.com.tr/index.php?tarih=22/11/2003

Uzman, bunu yok sayarak konuşuyor.

“Türkiye'de 'Asker eleştirilmez' diye bir gelenek, adap var.”

Eleştirirsin ama doğru eleştirirsin. Savaşmayı bilmediğini öne sürdüğün adama yanlış savaşma yöntemi önerisi getiriyorsun. James Bond ha? Adama gülerler yahu.

“Türk askerinin Barzani'yle çatışmayı göze aldığını düşünüyorum. Hatta Türk askeri Barzani'yle çatışmak istiyor da olabilir. Bu operasyonda hedef PKK mı, Barzani mi, ondan da emin değilim açıkçası.”

Son anda sadede gelindi. Açık bir sav: Talabani ve Barzani, yakalanacak ve uluslararası savaş divanı kurulup, insanlık suçundan idam talebiyle yargılanacak. İdam cezası alırlarsa da, Saddam gibi asılacaklar.

ABD ile de zaten silahlı olarak yüzyüze geldik ama iki taraf da geri çekildi şimdilik. ABD İran için bize muhtaç. Biz de henüz saldırmak için hazır değiliz. O günler de gelecek.

Sözü şunla bağlayalım:

“Ankete göre, Türklerin en büyük tehlike sıralaması şöyle: 1) ABD (% 35.6) ..”

http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=223801

Açıkça anlatabildik mi, ‘anlatsan da anlamaz’ akil kardeşimiz’?

Neşe Düzel söyleşisi:

http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=223746
(11 Haziran 2007)

Dipnot: 1 hafta ve 2 metin sonra, 2. metin yazıldı.

İsrail’in 11 Eylül’ü

Hamas Gazze’ye el koydu. El Fetih Batı Şeria’ya el koydu.

İsrail’in istediği buydu: İslam bölünmesi ama bir tek şeyi hesaba katmadı: Onların gerçekten ayıralabileceğini. Şimdi, İsrail’in 2 Filistin’i var.

Peki, ne yapabilir?

Kendi topraklarına atom bombası mı atacak? Kaldı ki İran’ın da atom bombası var.

Her 2 gruba da, Libya’dan Kuzey Kore’ye silah yağmayacak mı?

Yaşama hakkı sağlamadığın insanlar ölmeye karar verir de, adam başı birkaç kişi öldürürlerse, İsrail diye bir ülkenin kalmayacağını, kimse anlamıyor mu?

Filistinliler’in aklı geç aydı. Bunu baştan yapacaklardı.

İsrail de, ABD gibi, artık sonun başlangıcını gördü.

Dipnot. ‘Zımpara veya tuvalet kağıdı’ fıkrası gibi, İran’ın da parçalanması olasılığında 2 olasılık var: İran halkı direnir veya teslim olur. Hangisinin hangi sonucu vereceğini bilenler bilmeyenlere anlatsın.

http://www.milliyet.com.tr/2007/06/15/dunya/adun.html

(15 Haziran 2007)

Türkiye’nin Akilsizliği 2

Geçen hafta Radikal gazetesinde Neşe Düzel’in konuğu USAK başkanı idi. Bu hafta ASAM başkanı Faruk Loloğlu.

Önaçıklama: “Bu tür stratejist kurumların en büyük eksikliği, Türkiyedekileri kastediyorum, muğlaklıklarıdır. Kissinger benzeri bir kurumda bir akil iken, başkanın akili olması için çağrıldığında, kurumunun çıkarının ABD’nin çıkarına tercih ettiğini belirterek, teklifi reddetmiştir. Bizimkiler, vatan haini damgası yiyecekleri korkusuyla buna kalkışmazlar ama akıllarından geçirirler, çünkü Soros bize kanıtladı ki Türkiye’deki bazı akil kardeşlerimiz, gavur parasıyla demokrasicilik oynuyorlar ve onların direktifleriyle kamuoyunu etkiliyorlar.

Türkiye 1945’ten bu yana ABD’nin vassalı gibi davranageldi. Örnek mi? Rusya’nın bize savaş açacağını açıkseçik beyan ettiği nükleer füzeleri hala topraklarında tutuyor. (Hoş Putin, geçen hafta ABD’nin ve kendilerinin Türkiye’de ortak füze üssü kurması gibi, her iki tarafın da akillerinin tüylerini diken diken edebilecek bir teklifte bulundu. Bunu sömürü devlerininkilerin bile, yöneticilerin gaflarının feci boyutlarda olduğunu belirtmek için örnekledim. Dolayısıyla bizimkiler gayrıfedere mahalle ligi oyuncusu olarak, daha dar ufukluluk sergileseler de olur.)

Daha da beteri, bayrağını bizim bayrağımızdan alan Cezayir’e karşı, NATO üyesi olduğu için Fransa lehinde BM’de oy kullandı. Sonra ne oldu? Fransa, hem ASALA’ya, hem de PKK’ye yardım etti. Peki, bizim akiller ne yapıyor? Bu söyleşinin gösterdiği üzere, kendi yaratacağı demokrasi yerine, hala Batı’nın kuyruğunda, bir ABD’ye takılıp, bir AB’ye takılıp dönenip duruyorlar.

Stratejist dediğinin, bir duruşu vardır. Her 10 yıldaki darbe gibi değişmez. Söze gelince herkes vatanını seviyor ama konu Türkiye’nin bağımsız bir dış siyaset izlemesine gelince, yelkenler suya iniyor, hemen mandacılık yelken açıyor.” Burada önaçıklamaya nokta.

Gelelim söyleşiye.

Metin, yine alıntı ve yorum olarak gidecek.

“Soru: Amerika, Türk piyadesinin Kuzey Irak'a girmesine izin verecek mi?

Yanıt: Bu sorunun yanıtı iki anlamda yine 'evet'. İzin verecektir. Birincisi, bu izne tabi değil. İkincisi, Türk askerine orada karşı çıkabilecek bir Amerikan gücü şu anda yok.”

Yanıtın birinci şıkkına evet de, ikinci şıkkına hayır. ABD’nün gücü var ama bir daha bir çuval olayı olursa, artık Türkiye’de ABD’lilerin can ve mal güvenliği kalmaz, bunu bal gibi biliyorlar.

“Soru: Bir başka egemen devletin sınırlarından içeri rızası olmadan askerle girmek, savaş anlamına gelmiyor mu?

Yanıt: Ulusal güvenliğe yönelik bu tehdit, Türkiye'nin meşru savunma hakkını doğuruyor. Bu da, Birleşmiş Milletler Yasası'nın 51'inci maddesidir.”

Ek: Geçen hafta da belirttiğim, asıl 2003 Kasım kararı var.

“Soru Barzani'yle görüşmeyerek yanlış mı yapı(ıl)yor?

Yanıt: Barzaniyle görüşülmemesi yapılan yanlışlardan sadece bir tanesi.”

Hayır. Barzani, bu sayede kendisinin namlunun ucunda olduğunu anlayacak. ‘Anlamaz’ denirse, hak verilir, ayrı konu.

“Bugünkü koşullarda ne ABD, ne AB, Türkiye'de bir askeri darbe olmasını, demokrasinin kesilmesini ister.”

Külliyen yanlış. Geçen haftaki ‘Beyoğlu’nda 20 ölü’ senaryosu zaten darbe içeriyor. Üstelik bunu darbe yapacak birinin önünde tartıştılar.

“Türkiye'de cumhuriyetin temel ilkelerini, laik yapıyı, 150 yıldır sürdürdüğü Batılılaşma sürecini devam ettirmek istiyorsak, köklerimiz Atlantik camiasının içinde olmalıdır. “

En en büyük yanlış. Biz halifeyi atmışız, o muhteşem AB’de 7 kral / kraliçe var. ETA var, İRA var. Demokrasi, yalnızca bir sözcük, o kadar. Yahu, ilk devrimin babası Fransa’da, mesai saatların arttıracak bir adamın partisine meclislerinde üçte iki sandalye verdiler.

‘Atlantik camiası’ NATO demek. O konudaki yanlışları, o konu gelince yazacağım.

“ABD'nin terörizm konusunda katıksız bir tutum içinde olması ve nerede terörist örgüt varsa, ona karşı çıkması lazım çünkü.”

Yine külliyen yanlış. Usame bin Ladin gibilerini yaratmak, ABD’nin doğal ideolojisidir, yoksa o kadar silahı kime satacaklar?

Ayrıca, uzak geçmişte İRA’ya yardım ettiler, en yakın müttefiğine karşı. 1970’lerde El Fetih’e para ve silah verdiler, kendileri vurulmasın diye.

“Soru: Türk askerinin Kuzey Irak'a girmesi halinde Amerikan birlikleri Türk ordusuyla çatışır mı?

Yanıt: Hayır. Çünkü bunu göze aldığı takdirde, mesele sadece Türkiye-ABD meselesi olmaktan çıkar. İşin içine NATO girer ve NATO, bir anda çökmüş olur.”

Külliyeni geçti, feci yanlış oldu.

Kıbrıs konusunda NATO çöktü mü?

Apo, Yunanistan konsolosluğunda yakalanınca, NATO çöktü mü?

Fransa askeri kanattan çıkınca, NATO çöktü mü?

Burada sorun şu: AB askeri yönünü kurmayarak, tarihinin en büyük hatasını yaptı. Belki de o yüzden çözülecekler. Rus füzeleri AB’yi vurabilecek konumda. ABD füzelerine AB ülkelerinde AB’nin izin vermemesi gerekirdi. Kısacası, NATO AB’yi koruyamaz durumda.

AB, AB ordusuna Türkiye’yi istemiyor ama İslam’a karşı kalkan olarak istiyor, bir zamanlar Rusya’ya karşı olduğu gibi. Türkiye’yi seçeneksiz değil, hala çok pasif sanıyorlar.

NATO’nun ne Bosna’da, ne de Afganistan’da işi yoktu. Uluslararası ve iç (NATO içi) anlaşmalara aykırı edimler onlar.

Sonuç, Türkiye ya istifa edecek, ya da kovulacak.

“Irak'taki Kürtler, bağımsız bir Kürt devleti kurmak bakımından ilk defa bütün rüzgârların arkalarında olduğu bir ortamı yakaladıklarını düşünüyorlar.”

Yatıp kalkıp dua edelim, Kürtler böyle bir zamanlama hatasını, biz istesek bile yapmayabilirlerdi. ABD Kürtler’e 10 kere söz verip her kezinde yüzüstü bıraktı. Zamanında Naziler de öyle yapmıştı.

Eğer, Kürtler’i yeneceksek, bir bu, bir de bir başka daha nedenle yeneceğiz.

“Tezkere keşke geçseydi...”

Geçen haftaki akil arkadaş da aynısını yapmıştı. Hani, kör topal söyleşinin sonuna gelip, sonunda batırmıştı.

Eğer o tezkere geçseydi, bir daha ABD’ye asla ve kata hayır diyemezdik. Kardeşim şunu bilin: Dünya tarihinde ABD’ye hayır diyen tek ülke olarak o süreç içinde kayda geçtik. İşte bu nedenle yarın için alternatif bir gelecek umabiliyoruz.

1991’de ABD’ye evet demenin maliyeti 100 milyar dolar oldu. 2003’te 500 milyar dolar olurdu. Şimdi kaybımız ne? Sıfır. Kazancımız ne? 100.000 ölü evet yazıyla yüz bin ölü. (‘100.000 işsiz, bilgisiz, zekasız genç, ne işe yarar?’ diye sorsanız, inan verecek yanıtım yok, ayrı konu. Ancak, doğan herkes yaşama hakkına sahiptir, onu bilir, onu söyleriz.)

Sonuç?

Vah vah Türkiye’m: En akilimiz Deli Bekir, onu da köstekle yatır, durumu.

Sayın ve sevgili akiller, fildişi kulerinizden ininiz artık. Memlekete hayrınız yok, şerriniz dokunması bari.

Bu ülke, ya ulusal bağımsızlığını tüm bedeline karşın yeniden kazanacak, ya da kurarız be yav 17.’yi de ve 2. Cumhuriyet’i de. Size gereksinimimiz yok. Osmanlı’nın Bab-ı Ali artıklarının bu ülkeye verdiği zarar tarihte aynen yazılıdır, sizler de öyle (kendi elelrinizle batırdığınız 1. Cumhuriyet’in artığı) olma yolunda tam gaz ilerliyorsunuz.

http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=224454

(18 Haziran 2007)

Bir Çin Rüyası mı, Yoksa Kabusu mu?

Türkiye’ye gelen Çin Halk Cumhuriyeti Ticaret Bakanı Bo Xilai şöyle demiş:

“Harcayacak 500 milyar dolarımız var. Bize ne satabilirsiniz?”

Bakar mısınız tatlı rüyaya? Körün istediği bir göz…

De kazın ayağı öyle olacak mı acaba?

Çok açıkseçik anımsıyorum ki 1990’larda eski Doğu Bloku ülkelerine bakır diye teneke satarak, yılda 10 milyar dolarında olan bavul ticaretini öldürmüştük.

Tek sorun bu değil. Çinli bakan aynı zamanda demiş ki:

“Çin’in nüfusunu biliyorsunuz. Hepimiz birden (turist olarak) gelirsek, bu ülkeye sığamayız. Bizimkiler alışverişi de severler. Türk ürünleri çok güzel. Buraya gelirlerse her şeyi alırlar ve size bir şey kalmayabilir.”

Çin bizim 20 katımız nüfusa sahip. Bizim 10’da birimiz nüfusa sahip Türki Cumhuriyetler’den biri bizden sarımsak ithal edince, iç piyasada fiyatlar 5 katına çıkıvermişti. Zaman geldi, aynı durum soğanda ve domateste de oldu.

Bakan özellikle vurgulamış: Sebze ve meyve ithal etmek istediklerini belirtmiş ki bunda Çinliler’in sağlıklı yaşam kültürünün payı büyük.

Düşünün ki yılın yalnızca 25’te birinde burada kalan 20 milyon turist kaliteli meyvenin ortadan kaybolmasına neden oluyor. Bize çeri çöpü kalıyor, çünkü turizmciler herşeyi tarladan çok ucuza alıyorlar ve hasadı da kendileri yapıyorlar.

Gelelim sadede:

GAP bölgesinde mi olur, yeni tarıma açılacak alanlarda mı? Şimdikinin 100 katına kadar sebze meyve üretimi yapmak gerek. Birim alan başına verimi katlamak gerek. Nakit para geleceği ve bu işin uzun yıllar süreceği düşünülürse, yatırımdan kaçmamak gerek. Asla ve kata üç kağıda sapmamak gerek ki bunu mevcut siyasetçilerin ayarlaması, imkansıza yakın bir durum. En az 100.000 Türk’e Çince ve en az 100.000 Çinli’ye de Türkçe öğretmek gerek ki bu bile tek başına milyar dolarlık pazar demek. 2 ülke arasındaki ulaşımı güçlendirmek gerek ki bu ancak hava yolu ile mümkün olur ki o da milyar dolarlık pazar demek.

Bunlar mümkün müdür, Türkiye bu işi başarabilir midir?

Yanıtı çok basit: Son 25 yıldaki 3 liberalizm dalgası ile (çoğu otomobile ve cep telefonuna giden) israf ettiğimiz ve borcumuz olan 350 milyar doları, yeniden alın terimizle kazanıp, çocuklarımıza yaşanabilir bir gelecek yaratmanın mümkün olduğu bir fırsatı, elin taoisti önümüze sundu.

Türk’ün huyu kanburunki gibi: Kendine göz alacağına, gidip başkasının gözünü çıkarıyor.

Kendi tahminim % 25 başarı ve 10 yıl vade. Sonra bir rönesans veya engizisyon ki hangisi olacağı şimdiden kestirilemez, bakarsınız sürpriz iyilerimiz de vardır.

http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=224470

(18 Haziran 2007)

Müslümanlar Moskova’ya

Yeni sloganımız bu. Beğendiniz mi?

Rusya’nın genel nüfusu yılda ortalama 700.000 azalırken, Müslüman Ruslar’ın oranı yılda yüzde 4 oranında artmaya devam ediyormuş. Moskova’da 3 milyon Müslüman ve 1 milyon Azeri yaşıyormuş, Saint Petersburg’da ise 1,2 milyon Müslüman yaşıyormuş. Rusya’daki Müslüman nüfusu Avar, Kabartay, Yakut, Dargin, Azeri, Kumuk, Lezgin, İnguş, Tuvalı, Karaçay, Özbek, Adige, Tabasaran, Balkar, Hakas, Nogay, Altay, Çerkez, Kırgız, Tacik, Türkmen, Kırım Tatarı, Meshet Türkü, Abhaz, Tat, Kürt, Arap, İranlı, Uygur, Afgan ve Arnavutlar oluşturuyormuş.

Bayağı kalabalıklar, değil mi?

Bu gidişle, 40-60 yıl sonra Müslümanlar, Rusya Federasyonu’nda çoğunlukta olacaklarmış.

Haydi Müslümanlar, ne duruyorsunuz? Moskova’ya.

Türkiye’deki Çerkesler’i, Tatarlar’ı, Çeçenler’i de oraya alalım. Birer Rus hanımla da evlendiririz. Maksat, süreci hızlandırmak.

http://www.voanews.com/turkish/2007-06-26-voa7.cfm

(27 Haziran 2007)

Kabus Dönüyor

Akşam’ın bugünkü manşeti böyle ama başlık ‘kabuslar’ biçiminde olmalıydı, çünkü hem Çiller, hem de Yılmaz, ikisi birden siyasete geri dönüyor.

Üstelik Çiller, DYP adının korunduğu partiye dönüyor.

Neden böyle ve başarılı olurlar mı?

Bu memlekette 3 darbeden sonra, Demirel’e ‘kurtar bizi baba’ diye tezahürat yapıldıysa, bu da olur.

Nedene gelince: Hırs. Ağar’ın ve DP’nin önü açık, er geç iktidara oynayacak. Bunu ona yedirmemeye çabalayacaklar. Baykal’ın 1999-2002 arasında Öymen’i ve Erdem’i kullanması gibi, Çiller Ağar’ı, Yılmaz Mumcu’yu kullanacak.

Ancak, bir gerçeği gözardı etmeyelim: Yılmaz 1., Çiller 2. liberalizmin adamı. Ağar, Çiller’in bakanlığını yapmış olsa bile, liberalizmin adamı değil. 4. liberalizm için Çiller ve Yılmaz, Ağar’dan daha iyi bir aday durumunda, özellikle de G-8 için. 4. liberalizm 2012’de gelir. Onlar da, o zamana dek ancak toparlanırlar.

2007-2009 arası bunalım dönemi olacak. Kriz artı boşluk. ‘Boşluk + kriz + boşluk’ gibi bir plan uyuyor.

Eee, sol ne yapıyor bu arada?

Baykal işini sağlama aldı. Ölene dek partinin egemeni oldu. Ölmesine de daha çok var.

Benim muhalefetim Uras gibilere. İşbirliği için, bula bula etnik milliyetçileri mi buldunuz? Baykal daha az sağda, bunu anlayın.

Ne biyografim var ama: Kabus, içinde ‘dön baba dönelim’ oynuyor.

http://www.aksam.com.tr – Akşam Gazetesi – Kabus Dönüyor ...
(27 Haziran 2007)
Çinli Kastelli

Çin'i 3,6 milyar dolar kazıklayıp kaçan ünlü milyarder Lai, geride gözaltında 10.000 yetkili, bakan ve istihbarat şefi dahil, 14 idamlık bırakmış ve Kanada’ya tüymüş..

49 yaşındaki Lai'nin sıradışı yükselişinin sırrını şimdi dev bir çukur olarak duran Xiamen'deki 88 katlı gökdelen projesinin temel atma törenindeki manzara özetliyormuş: Lai, 2.000 davetlinin her birine kırmızı zarfta 375 dolar 'hoş geldin hediyesi' dağıtmış. Porsiyonu 800 dolara kabuklu deniz ürünü abalon ikramını esirgememiş. Lai, işin esprisini 20 yaşında otomobil parçası üreticisi olarak rüşvetçi yetkililere tosladığında fark etmiş. Rüşveti reddedince, kız kardeşi dövülerek hastenelik edilmiş. Lai, daha sonra hiçbir yetkiliyi eli boş göndermemiş.

Ne bileyim, gözüm mü ısırıyor, cebim mi ısırılıyor? Sanki biz bu öyküleri çook dinlemişiz gibi...

Öykünün sonu, bizimkinden farklı:

Lai'nin düşüşü cebini hep doldurduğu üst düzey bir komutanın oğlu Zhu Niuniu'nun talebini reddetmesindenmiş. Lai ve başkalarından aldığı 10 milyon doları kumarda yitiren Zhu, alacaklılardan paçayı kurtarmak için Lai'nin kapısını çalmış. Lai ilk kez eli sıkı davranınca Zhu, oligarkın ipliğini pazara çıkarmak için 600 özel müfettişle Kızıl Köşk'e kamp kurmuş. Müfettişler, Lai'nin çıkar ağını çözmek için bilgi karşılığı af garantisi vermiş. Yetkililer bülbül gibi öttükçe gözaltı sayısı 10.000’i bulmuş. Kurnaz Lai ise çareyi parası ve ailesiyle bir bota atlayıp Kanada'ya kaçmakta bulmuş. İade edelirse, asılacakmış.

Haa, eğer bu adam Çin’e geri dönüp, bir kez daha kazıklı tur atarsa, onu bilemem.

Bu Asyalılar adam olmaz.

Pardon, bu globalizm ve bu neo-liberalizm kazanamaz, çünkü kurbağanın sırtındaki akrep misali, hem kendini, hem de sömürdüğünü boğar.

Tarih sabırlıdır. Proleterya geç öğrenir, hem de çook geç öğrenir. Sınıf atlama hayallerini artık bırakıp, grev seçeneklerine geri dönseler, daha makul olurs.

Bakar mısınız, bir ‘sonuna kadar bireyci’nin yazdıklarına?

Günün sözü: Tavşana kaç, tazıya tut ile Çin, ancak 10 yıl daha dayanır. Sonrası Nasreddin Hoca hesabı: Yerden göğe küp dizseler, alttakini çekseler, seyreyle gümbürtüyü...

http://www.milliyet.com.tr/2007/07/02/son/sondun04.asp

(2-3 Temmuz 2007)

Çin Kürtler’le Flörtte

Çin ilk büyük uluslararası siyaset hatasını yapmak üzere veya yaptı bile. (Kore Savaşı’nda, Mao’nun 1 oğlu dahil, 1 milyon Çinli’nin ölmesini saymıyoruz.)

Geçtiğimiz günlerde Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani, Çin Devlet Başkanı Hu Jintao'nun resmi davetlisi olarak Çin'i ziyaret etti.

2004 yılından beri Çin, Iraklı Kürtler ile yakın işbirliği içerisine girmiş. Çin'in, Kürt bölgesel yönetimine ekonomik ve sınırlı da olsa, politik destek vermeye hazırlandığı gözlenmekteymiş. Son 3 yıldan beri, Çin, sessiz sedasız bu ilişkinin altyapısını oluşturma çabası içerisindeymiş.

Çin, bunu Türkiye’ye karşın yapıyor. Oysa, Türkiye ne yapmıştı? Doğu Türkistanlı ayrılıkçıları, Çin’in isteği üzerine, hem de MHP’nin koalisyon ortağı olduğu bir hükümet eliyle 2000’de yurtdışına çıkarmıştı.

Çin, aynı zamanda Türkiye’nin Kuzey Irak’a müdahalesine de karşı. Bir ülkeye 500 milyar dolarlık pazar var, diye çağrı yapıp, onun bölünmesine neden olabilecek gelişmelere imza atarsanız, sizin içtenliğinizden kuşku duyarlar. Çin, uçak gemisinin İstanbul Boğazı’ndan geçişi nedeniyle de, birkaç milyon kişilik turist sözü verilmişti. Tutulmayan söz olarak sabıkası da var.

Çin uluslararası siyasette benzeri bir hatayı da, yine petrol için Darfur Sudan’da yapıp, Birleşmiş Milletler’den uyarı almıştı.

Çin, pençelerini ve dişlerini tam sertleştirmeden, kaplancılık oynuyor. Güney Kore özdeyişidir: Kaplanın pençesindeki diken kadar hızlı. Türkiye böyle olur da, bir anda Doğu Türkistan’ı tanıyıverirse, ne olacak?

Çinliler, eski komşuları Türkler’in ne kadar yıkıcı olabildiğini unutmadıklarını, bu sıralarda yeniden moda yaptıkları tarihi döğüş filmlerinde gösteriyorlar. Sanırım bunu üst düzey yöneticilerin de yeniden anımsaması gerekiyor artık.

http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=225890&tarih=04/07/2007

(6 Temmuz 2007)

2 Araştırmacının Saptamaları

2 alan araştırmacısı Bülent Tanla ve Yılmaz Esmer. Esmer’i bilirim, Boğaziçi Üniversitesi’nde dersine girmişliğim vardır, yaptığı araştırmaya anketör olarak katılmışlığım vardır, ciddi adamdır, işini iyi yapar. Tanla’yı rivayeten bilirim, eksik adamdır.

Şimdi bunlar saptıyorlar ki:

Türkiye’de açıkseçik bir toplumsal kutuplaşma var. Laik, dinci, Kürt diye. Bu gruplar; yaşam alanlarını, piknik yerlerini, marketlerini ayırmış durumdalar. İstanbul semt semt bölünmüş durumda. Bu da tehlikelidir. Patlama yaratabilir.

Yoruma geçelim:

Bu ilk kez olmuyor. Bu tehlikeli değildir, hatta birarada yaşayıp çatışmaktan daha az tehlikelidir, ayrıca tersine-negatif diyalektik kimi sentezden daha işlevsel olabilir. İstanbul kurtarılmış bölgelere ilk kez bölünmüyor. Sultanbeyli şeriatçı semtken değişti, bunu da medya sağladı. Armutlu; Dev-Sol’cu, ANAP’çı, SHP’cı, FP’ci oldu gibi bir doğrudan gözlem de var.

Bunlardan neleri çıkarsayabiliriz?

Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları dönektir, hem de fena dönektir. İdeolojilere cidden inanacak veya dava insanı olacak zihinsel ve kültürel birikimi yoktur. Rüzgar döner, halk da döner. Darbeleri destekleyip, darbelere karşı adamları yeniden başa getirenler de bunlardır ki bu hep kısa vadeli bir bakış açısı demektir.

Araştırmacıların önemsenecek gözlemi şu:

Türkiye yeni bir dönüşüm döneminin eşiğinde ama kimse bunun bilincinde değil ve bu da sancılı bir değişim olacak demek ki daha önce de hep böyle oldu.

Zor oyunu bozar. Ordu darbe yapmasa bile, istediğinde erken seçim yaratabileceğini 28 Nisan’da gösterdi. Ordu, ne Kürtler’e, ne de şeriatçılara geçit vermeyecek. Vermeyecek ama artık giderek yıpranacak ve epriyecek. Ordu içinde egemen olan karacılar, taktik hesabıyla bir denizciyi, hem de deniz kuvvetleri eski komutanını hapse göndermekte beis görmediler ama eksi puan topulmda orduya yazıldı.

Gerçek şu: Laz hesabı, elde olduğu varsayılan tüm denizler bitti. Türkiye’ye yeni denizler gerek ve bunun vizyonu yok. Yeni vizyonu herhalde 4. liberalizm dalgası getirecek değil.

Ever, kriz önümüzde.

Neydi?:

Kriz = Fırsat + Tehlike.

http://www4.gazetevatan.com/haberdetay.asp?tarih=19.07.2007&Newsid=128484&Categoryid=1

(19 Temmuz 2007)

Uluslararası Son Gelişmeler

Türkiye ve İran doğal gaz boru hattı anlaşması imzaladı. ABD buna karşı çıktı, çünkü İran’ı vurmayı düşünüyor. Türkiye ve ABD arasındaki çatlak giderek büyümekte.

Fransa cumhurbaşkanı Sarkozy Türkiye’nin AB ordusu olan Türkiye'nin Avrupa Jandarma Gücü'ne (EUROGENDFOR) katılımını veto etti. Böylelikle NATO resmen ve fiilen bitmiş oldu.

Libya'da Yüksek Adalet Şurası, 400'den fazla çocuğa bilerek HIV virüslü kan verdikleri suçlamasıyla idam cezasına çarptırılan 5 Bulgar hemşire ve 1 Filistinli doktorla ilgili kararını açıkladı. Karara göre idam cezaları, müebbet hapse dönüştürüldü. Karar öncesi, ailelerin tümünün, varılan anlaşma uyarınca, 'kan parası' adıyla anılan tazminatları aldığı belirtilmişti. Tazminatlar, Avrupa Birliği'nin öncülüğünde, Bulgaristan ve Libya tarafından oluşturulan bir fondan ödendi. AB bir insanlık suçunu affettirmek için para ödemiş.

http://www.milliyet.com.tr/2007/07/18/ekonomi/axeko02.html
Doğal gaz

http://www.milliyet.com.tr/2007/07/18/guncel/axgun01.html
Sarkozy

http://www.bbc.co.uk/turkish/news/story/2007/07/070717_libya_nurses.shtml
HIV

(18 Temmuz 2007)

Ayranı Yok İçmeye, Tek Taşıyla Gider...

Halkımız mücevher gibi maaşallah.

Yıllara göre elmas türü değerli taş ithalatımız aşağıda:

Yıl İthalat(M$) İhracat(M$)

2007(6) 2.578 974
2006 4.406 1.824
2005 4.227 1.328
2004 3.763 1.064
2003 2.767 810
2002 1.533 641
2001 1.074 373

http://www.radikal.com.tr/veriler/2007/08/19/mucevher.gif

Yani:

Sevgili halkımız, son 6,5 yılda yaklaşık 13,5 milyar dolar değerdeki mücevhere, daha doğrusu ham taşa yatırım yapmış. Bunun işçilikli satış değeri en az 2 katıdır.

Kim alıyor bunları?

Valla ben almıyorum.

Gerçekten kim alıyor?

Tüm krizlerde bile gelir yüzdesi azalmayan ilk % 1 alıyor, yani 750.000 kişi. (Şerh: Bu kümeye belli bir yüzdede girip çıkanlar olması, kapitalizmin ve liberalizmin kurallarındandır. Yine de toplam kişi sabit kalır.) 3 kişilik hane başına 54.000 dolarlık takı eder. E tabii, 100.000 dolarlık 4x4 sürerken, bunlar takılır zaten. Mahalle pazarında satılan, Çin malı, ‘ne alırsan 1 YTL’lik tenekeleri takılacak değil ya...

İşin sırrı ise, 2004’te elmas, pırlanta, yakut ve inciden alınan % 18 oranındaki KDV’nin sıfırlanmasında yatıyor. Yani, değerli taş artık bir yatırım aracı.

E tabii, bunun mafyası var, mankeni, şarkıcısı, türkücüsü var. Talep desen maaşallah...

Sonuç:

Aynı süredeki dış ticaret açığı 250 milyar dolar gibi. 150 milyar dolarını, 3 milyon ithal arabaya say. 20 milyar dolarını, dünyada en hızlı ortalama olan 16 ayda bir değiştirilen, ithal cep telefonuna say. Taş gibi, bilmediğimiz daha ne ‘doları tuvalet kağıdı gibi kullanmalar’ var kimbilir. Ayrıca, tarımımızı katlettiğimizden dolayı, yılda 2 milyar dolarlık bitkisel yağ ithal ediyor durumdayız.

İşte, böyle böyle battık.

Ondan sonra da:

‘Ne var yani, herkesin var 1 milyon doları’ türü konuşan, kaçak evde oturan bir başbakanımız olur. İmam ve cemaat meselesi...

(20 Ağustos 2007)

Şeytanım Aklıma Mukayyet Ol: Karpat’la Söyleşi

Neşe Düzel 8 Ekim 2007 tarihli Radikal’de Kemal Karpat ile söyleşmiş. Söyleşiyi okurken kulaklarımdan ateş çıktı. Gerçekten aklım fikrim patlayacak gibi oldu. O nedenle, metni irdelemeyi 1 gün erteledim. Bakalım, görelim, akil oğlu akilimiz neler demiş:

(Alıntı ve yorum sırasıyla gidecek.)

A: “S: Türkiye Cumhuriyeti, halifeliği kaldırmadan laik bir Cumhuriyet olabilir miydi?

Y: Tabii olabilirdi. Laik bir ülke dini kaldıran bir ülke değildir ki.”

Y: Aaahh. Dakika 1 gol 1. Ne bu?

Halifelik bizdeydi, biz tasfiye ettik, dolayısıyla hiçbir İslam ülkesinde halife yok. Herhangi birinde laiklik var mı? Yok. Hiç olmazsa, olmayan ergi ile bunu görmeli bu kişi. Halife varken laiklik var mıydı? O da hayır. Eee?

A: “S: Peki... Osmanlı'da ordu ile din ilişkisi nasıldı?

Y: Ordu sultanın emriyle hareket ediyordu. Sultan, halifeliği / şeyhülislamlığı pek ileri sürmezdi. Onun için dünyevi sıfatı, sultan oluşu daha önemliydi.”

Y: Yahu, Yeniçeri isyanlarında şeyhülislam fetva vermez miydi, vezirlerin, sadrazamın, gerekirse sultanın kellesinin alınması için? Tarihi gerçekleri saptırmanın bu kadarı olur. Padişah sefere bile fetva ile çıkardı. Haa, padişah şeyhülislama gıcık kapınca, yapabiliyorsa değiştirirdi tabii.

A: “Dine geri dönersek... Osmanlı'da dinle ilişki nasıldı?

Y: Her şey din adına yapılıyordu ama aslında dinle alakası olmayan binlerce âdet yaşanırdı Osmanlı'da. Zaten bir şeyin din adına yapılmasıyla, o şeyin gerçek niteliğini birbirinden ayırmak lazım. Mesela İngiltere'de hâlâ her şey İngiliz kilisesinin de başkanı olan kraliçenin adına yapılıyor.”

Y: Bir: O dinle alakası olmayan adetler, taa İslam öncesinden kalmaydı ve bugün bile hala var. Türkler ölüm zoruyla Müslüman oldu, bu biline. Ancak hala putperest adetlerini sürdürüyorlar. Büyü, fal, burç, muska, parapsikoloji, cinler gırla... İki: Bugün Papa İtalya’da din adına referandum iptal ettiriyor. İngiltere örneği niye uygunsuz? Çünkü katolik olsalar da, İngiltere kilisesi Vatikan’a bağlı değil, yani orada kilise bir çeşit laikleştirilmiş durumda.

A: “Y: 'Osmanlı devleti teokratik bir devlettir' diyor.
Bunu okuduğumda donakaldım. Bunu söylemek için tarih, siyasi ilimler ve felsefe bilmemek gerek. Teokratik devlet din adamları tarafından idare edilen bir devlettir. Osmanlı hiçbir zaman böyle bir devlet olmadı.”

Y: Şeytanım, gerçekten burada bana fren yaptır. Yahu, şeyhülislamlar kaç kez kelle almış? Tüm hukuk sistemi şeri olan bir devlete, adam kalkmış ‘teokratik değil’ diyor. İstanbul’u alan koskoca Fatih, annesi nedeniyle Hristiyanlık’a yaklaştı diye, oğlu eliyle katledildi. Viyana’daki Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde yazıyor.

A: “Y: Sufilerde din kişiseldir, duygusaldır. Öbürü, hayatın en küçük noktasına kadar kurallar koyarken, Sufilik, Allah sevgisine âşık olacaksın, öyle yaşayacaksın, der. Sufi de namazını kılar, orucunu tutar ama bunu kendi iradesiyle serbestçe yapar. Sufilik, İslam'ın sevgiye dayanan kişisel bir yorumudur. Bireye ruhen ve yaşayış olarak özgürlük getirir. Osmanlı devletinde normal kurumsal İslam'la Sufilik birlikte yaşadı.”

Y: Bir: Sufilik bireysel birşey değildir, aşırı kurumsal bir şeydir, tekke tarihinden bu bellidir. Uzakdoğu Asya Metafiziği ile İslam’ın sentezidir, kaza ile rönesansçı, yani pozitif olmuştur, pekala engizitör de olabilirdi. Yine de Sufilik’te de ‘katl-i vaciptir’ limit olarak vardır. İki: Osmanlı Sufilik dahil, Sünni dışı grupları, sözcüğün tam anlamıyla katletmiştir, çünkü onlar sürekli devlete isyan etmişlerdir. Bir tek ehlileştirilmiş Mevlevilik payitahta girebilmiştir.

A: “Y: Bu toplumda din baskısı olamaz. Çünkü bu toplum inançlıdır. Dindar değildir. Arada büyük fark var. Belki camiye gitmez, orucunu tutmaz fakat inançlıdır. Bu toplumun en kuvvetli tarafı da inancıdır. Çünkü inançsız bir toplum ne devlet kurabilir, ne de medeni olabilir. Bu toplumda muazzam bir inanç kudreti vardır. Sufiliği de kuvvetlendiren zaten insanlardaki bu inanç gücüdür.”

Y: Bu kez makineli tüfek hızıyla yanlış yapmış. Bir: Mahalle baskısı varken, Diyanet hala fetva veriyorken, bu toplumda din baskısı Allah’ına kadar vardır. İki: Bu toplum inançsızdır, inançlı olsa, 1983’ten beridir işlediği günahları (tüm Türkiye Sodom ve Gomore oldu) işlemezdi, Allah korkusu bile, en ölümcül günahların işlenmesini engelleyemedi. Üç: Dindar olmadan, Müslüman olunmaz. İslam’ın 5 koşulunu uygulamadan Müslüman olunmaz (ben uygulamıyorum mesela). Onu Doğulu-Türk uyanıklığı yapar: İdare et abi, pardon Allah’ım. Dört: Cengiz Han’dan dünya devrimi Rusya ve Çin’e dek, inançsız epeyi özel ve tüzel kişi devlet kurdu. Türkler de inançsızken devlet kurdu. Beş: Sufiler 3-5 kişidir, bu toplumu temsil etmezler. Örnekse, hiçbir Sufi halkı ‘ev de alacam, araba da alacam, günah da işliycem, nı ha haa’ türü bir hain kul Ökkeş’lik dizisi eylemez.

A: “Y: Bu kanunnameler, Sultan'ın iradesinden kaynaklanan emirlerdi ve laiktiler. Bu emirler dine aykırı mı değil mi diye bakılıyordu. Aykırıysa da, 'Dine aykırı değildir' diye bir fetva veriliyordu.”

Y: Bundan emin değilim, kesin yorum yapamam. Ancak, çok sayıda çok ciltli kanunname olduğunu, gözümle gördüğüm ve birazını okuduğum için biliyorum. Tahminim, 100.000 hükümde / tezde 3-5 tane gayrışeri önerme çıkar.

A: “Y: Çünkü laiklik, Cumhuriyet'in ve modernitenin temeli olarak gösterildi. Oysa bir cumhuriyetin temel vasfı demokratik olup olmamasıdır. Eğer demokrasi Türkiye'ye baştan getirilseydi, bugün durum değişik olurdu.”

Y: Bir: (İlk cümle için.) Eh, aşağı yukarı öyle ve doğru da. İki: Hiçbir cumhuriyet demokrasi ile doğrudan ilgili değildir, öyle olsaydı Türkiye 1923’te cumhuriyet olmazdı veya askeri darbeler yapılmazdı. Ayrıca, ABD gibi 2 sağ partili sisteme de ‘demokrasi’ demiyoruz. Keza, kraliçeli İngiltere’ye de. Üç: Serbest Fırka deneyimi yokmuş gibi konuşuyor. DP gelince akmış kan yokmuş gibi konuşuyor. ‘60’lar ve ‘70’ler yokmuş gibi konuşuyor. Kademeli olarak 84 yılda ne kitle, ne de iktidar seçkinleri tarafından benimsenmeyen bir sistem şak diye getirilip, en başta nasıl kabul görecekti?

A: “S: Türkiye'ye şeriat gelmesi mümkün mü?

Y: Mümkün değil. Çünkü halkın ruhunda bu yok.”

Y: Bu halk Müslüman bile olamaz, olamadı da. Parayla imtihanında nefsine mukayyet olamadı. Halkın ruhunda eksik olan İslam değil, insaniyet. Hayvanat bahçesiyiz şu an.

A: “Y: Eyüp'te türbanlılarla türbansızlar birbirlerine bakmadan, birbirlerinin farkına bile varmadan dolaşıyorlar.”

Y: Ramazan’da ortalıkta oruç ye, bakalım ne oluyor?

Sonuç:

Bilmez bilmediğini bilmez, anlatsan anlamaz, okumuş cahiller, çıkar odaklarına angaje, entelejensiya örneklerimize bir tane daha ekledik. Hepi topu 10 sayfada ve 100 önermede 50 yanlış yapmayı becerebiliyorlar. (Bu arada küçük ayrıntı hatalar es geçildi.)

Biz ne yaptık?

Dürüst vaka-nüvis olarak kaydımızı tarihe düştük. Doğruyu arayan bulur, aramayanın bir tarafına soksan, gene göremz.

http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=235067

(9 Ekim 2007)

Al Gore’A Nobel Barış Ödülü

Al Gore’a Nobel barış ödülü verildi.

Burada önemli olan durum, kendisinin aynı zamanda belgesel dalında Oskar kazanmış olması. Bu bir ilk.

Bu yıl başka bir ilk daha oldu:

Bilimkurgu da yazmış olan Doris Lessing Nobel edebiyat ödülü aldı. Daha önce bu olmamıştı, yani bilimkurgucular resmi edebiyattan itina ile uzak tutuluyorlardı.

Bunların anlamı ne?

Gayet açıkseçik:

Burjuva ayırtsızlaşması yaşanmakta.

Genelde muhafazakar ana akım anlayışında, bilimciler ve sanatçılar birbirinden siyah-beyaz kontrastıyla uzak tutulurdu. Türler birbiriyle karıştırılmazdı. Bundan 10 yıl önce, ‘Oscar ve ve Nobel ödülü aynı kişiye verilecek’ deseydiniz, herhalde size gülerlerdi.

Bunun ikincil anlamı ne?

Entellektüel kaynaklar tükendi, geriye kalan ‘en az - en az’lar yok edilmeye, silinmeye çalışılıyor. Bunu kendi biyografimden bizzat biliyorum. Eskinin marjinalleri ana akıma çekiliyor, herhalde ödülle, sopayla gelirler miydi acaba?

Oscar’ı reddeden Brando, Nobel’i reddeden Sartre türü kişiler şimdi nerelerde acaba?

Burjuvazi düşmanlarıyla halvetleşirken, onlarla arasındaki çizgiyi ayırtsızlaştırıyor. Peki, ödülü alanlar ne yapıyor?

Orhan Pamuk gibi, Eylül 2001’de manen Manhattanlı, Eylül 2007’de madden orada ev sahibi, Ekim 2007’de ‘kovsalar da, gitmem’ ısrarcısı. Yalakalık, yüzsüzlük gırla.

Bu arada küçük bir ayrıntı: Zeytini yorup yakalama fıkrasındaki gibi, koskoca Yaşar Kemal’in küçücük Orhan Pamuk’a ayakçılık yapmış olması. Ee, kurt kocayınca, eşeğin maskarası olurmuş.

Dolayısıyla, buradayız, izliyoruz.

Ateistiz, din bayramı kutlamıyoruz ya da deliye her gün bayram.

Dolayısıyla yazıyoruz, tanığız, kayıtız, kanıtız.

Çok basit: Al Gore yalan söylüyor: Villasının aylık elektrik tüketimi, benim tüketimimin yıllarına eşit. Ondan sonra da, kalkmış enerji tasarrufundan söz ediyor.

Hep dedim ya:

Yalanlarını kendilerine söylüyorlar. Biz yutmuyoruz.

Henüz isyan zamanı değil. Bekliyoruz.

http://www.sabah.com.tr/haber,7719C85BED7B48D8ADA32455D0DAC14B.html

(12 Ekim 2007)

Amman Sakın Tayyip

Pek sevgili sayın başbakanımız şöyle beyan buyurmuş:

“Müslüman olduğu belirtilen yüzde 99’un değil, yüzde 100’ün iktidarıyız. Yani, biz Müslüman’a da hizmet vereceğiz, Hıristiyan’a da, Yahudi’ye de, varsa Budist’ine de hizmet vereceğiz, Ateist’ine de.”

http://www.haberler.com/budiste-ateiste-bile-hizmet-veririz-haberi/

Ba ba baaa...

Ayrıcanak:

“Kişiler laik olmaz. Devlet laik olur. Ha, yönetim biçimi olması anlamında, laikliği savunan bir insan olarak karşınızdayım.”

(Aynı internet adresi.)

... diye şeyttiriyor.

Şincik, pek sayın Tayyip’çim:

Bir: Bir kerre, ‘eğer ateist varsa’ triplerinden vazgeç. Paşalar gibi, şimdi ve burada % 10’uz. Seni besleyen paraların kaynağındaki araştırma kurumları söylüyor bunu.

İki: Ateist % 10, laik % 10-20, Alevi % 10. Dinden muaf: % 50 kadınların aybaşı halindeki % 10-15’i, eder % 5. Artı 11 yaş ve altı çocuklar: % 15. Artı özürlülerin ibadet yapamayacak veya dinen muaf tutulan oranları % 5-7. Yaşlıların aklıselim sahibi olmama nedeniyle muaf olanları % 6’nın yarısı diyelim, eder % 3. Geriye bir şey kalmadı yani. Sizin Müslüman saydığınız yetişkin erkeklerin ancak % 30’u cuma namazı kılıyor ki mazeretsiz 3 cuma namazı kılmayana aynen sarı kart, bilirsiniz. Neresi % 99 Müslüman bu ülkenin? Yalanınızı yiyeyim.

İki buçuk: Sana oy verenlerin tamamı, Müslüman falan değil, senin liberalizminden babayı aldığı halde, fındıkkıran Laz uşakları gibi, hala sınıf atlama hayali kuranlardır. Zaten onlar, Özal’a da, Çiller’e de oy vermişti, onlardan da (üçün biri ve Sülü olaraktan) babayı almıştı.

Üç: Kişiler laik olur. Kravatlı takım elbiseli imam veya Atatürkçü mevlevi dedesi öyledir, günümüzde epeyi örnekleri de mevcuttur. Belli bir yüzdede laik olan kişiler olmayınca, devlet laik olamaz, bakınız Türkiye. Laik takılan orduda bugün günde üç öğün Tanrı’ya hamd duası okunuyor. 1980’lerde yeşil kara parayı Türkiye’ye aynı darbeci askeriyeler soktuydu.

Üç buçuk: Sen laik filan değilsin. Dönme şeriatçısın, takıyyecisin. Bütün o ipek kumaş şatafatlarına ve secde yerini almış reveranslı törenlere sığınıp, insanı Allah’a değil, insana kul eden birisin, kendi dininin vecibelerine ihanet etmiş birisin.

Dört: Amman sakın ha, ateistlere hizmet vermeyin. Bize hizmet vermeniz demek, milyon dolarların sizin ve sülalenizin bir kez daha cebine girmesi demektir. Sayenizde, dünyanın en pahalı temel hizmetlerini alıyoruz. Biraz daha hizmet demek, gitti bizim YTL’cikler demek. Bırakın bari kuru ekmekle karnımız doysun, aksırıncaya tıksırıncaya patlayıncaya kadar dolarları avroları tıkınmayın.

Beş: Sen iktidar filan değilsin, kendi ağzınızla itiraf ettiğin, liberal takılan ülke satıcısın, mandacısın, teali cemiyetisin, vd, vb’sin. Seni o mevkiye CİA ajanları tasarladı (bakınız bir AKP milletvekilinin sahip olduğu Alfa Yayınları).

Altı: Yalanlarını kendinize söylüyorsun Tayyip Efendi. Biz ateistler kıtırlarını yemiyoruz. Olabilir, topunuz zorbalıkla şimdilik egemen olabilirsiniz ama bakarsınız sizin de sıranız döner, bakarsınız bahtınıza vak vak ağaçları düşer.

(16 Ekim 2007)

Çin Parası Öldürür

Önce alıntı:

“YTL'nin en çok değer kazandığı para birimi de, Türk ihracatçılarının dış piyasalardaki en büyük rakibi olan Çin'in parası. 1 YTL, 16 Ağustos'ta 5,679 Çin Yuanı iken, 16 Ekim'de 6,251 Çin Yuanı'na yükseldi. Yani iki ayda YTL, Çin'in para birimine karşı % 14,42 değer kazandı. Bu sırada YTL'nin değer kazanması yanında dolara bağlanan Yuan'ın ABD para birimiyle değer yitirmesi de % 15'lik farkın oluşmasında etkili oldu.

İki ayda en büyük rakibimiz karşısında yüzde 15'lik fiyat değişmesine karşılık kimsenin yapabileceği bir şey yok. Ne ücretleri bu ölçüde düşürebilirsiniz, ne de diğer maliyetleri ayarlayabilirsiniz. Ancak pazar kaybedersiniz.”

(Abdurrahman Yıldırım)

http://www.sabah.com.tr/2007/10/17/haber,F8F829FB5F0F4EFB80F5F7C7449A41B6.html

Sonra yorumlar:

Çin elindeki 1 trilyon doların 500 milyar dolarını harcamaya karar vermişti. Bunun için de Türkiye7nin ayağına gelip onlara mal satmamızı istemişti.

http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=47269

Şimdi ne olmuş?

Paramız onların parasına göre değerlendiğine göre, Çin’e ihracatımız değil, Çin’den ithalatımız artıyor demektir.

Böylelikle Çin, kendisinin temel gereksinimleri arasında yer alan ve Türkiye’nin göreli ucuz ürünleri arasından istediklerini istediği kadar alabilir demektir. Düşünün ki buradan taa Çin’e bir TIR 250 dolara gidiyor ki bu da taşınılan malın kilosu 1 sente taşınıyor demektir. (Kargo firmalarının İstanbul içinde bile kilo başına 2 dolar aldığını anımsatayım.) Örneğin o zaman, en çok eksikliğini çektiği temiz ve nitelikli içecek suyu istediği kadar alabilir.

Biz de, 50 kuruşa Çin Pazarı’nda satılan çorap ithal ederiz, konfeksiyon sektörümüz güm diye çöker.

Savaş ve ticaret birbirine çok yakın süreçlerdir. İnsanları ticaret yoluyla da öldürebilirsiniz. Örneğin Çin, bize ihracatıyla bizde, eskiden konfeksiyon ve tekstil sektöründe çalışan, belki 1 milyon kişiyi ölümüne aç bıraktı.

Ancak, savaşta zorbalık vardır ama ticarette zeka vardır.

Çin zamanında bize işbirliği ve işbölümü önerdi. O pek övülen liberalizm birincisi Özal bile bunu algılayamadı.

O zaman da, savaştaki ‘dostum değilsen, düşmanımsın’ kuralı işler.

Çin doğuludur ve Asyalı’dır. Ne yapacaksa, ne diyecekse dolaylı yollardan eyler.

Şu anda Şanghay İşbirliği Örgütü’nde olabilirdik.

Çok şiddetle vurguluyorum:

Dün TBMM’de ABD’nin artık Türkiye mütteffiği olmadığı telaffuz edildi. Ancak bu durum, en az 10 yıldır böyle. Ne zaman ki Kuzey Irak’ta Kürtler’i çok güçlendirdi, ne zaman ki 11 Eylül 2001 oldu ve bizi de Müslüman düşman potansiyeli saymaya başladı, işte o zaman ipler koptu.

Çin’le de müttefik olabilirdik. Ancak, sanırım artık treni kaçırdık.

Türkiye’deki yabancı yatırımı yüz milyarlarca dolar, ya yılda % 10 reel faiz alıyor, ya da % 10 kar transferi yapıyor; demek ki 10 yıl sonra tüm yatırımlar amorti olmuş olacak ve bunun 5 yılı 2002-2007 AKP iktidarı döneminde geçti, artı ikinci 5 yılı da güvenceye aldılar, yine aynı iktidar aracılığıyla. Ayrıca, elde var yılda 150 milyar dolar ithalat. Çift dikişle sağlamdalar.

Demek ki AB’yi ve ABD’yi de kaçırdık.

Bir kez daha ekleyelim:

Reel durumda % 50 hayali ihracat ve hayali aramal ithalatı (ki bunlar iç piyasaya sevk ediliyor) var.

Asıl gerçek de şu:

Liberalizm ile savaştan daha büyük zararlar gördük. Açımlama: 2. Dünya Savaşı 1938-1946 arasında reel büyümeyi sıfır yaptı, 1991 Irak Savaşı 100 milyar dolar zarar verdi. 1983-2007 arasındaki 24-25 yıllık liberalizm dalgaları 1 trilyon dolar zarar verdi.

1972’de ‘GNP per capita’ 1.000 dolar idi, 2007’de 5.000 dolar. 1972’deki 1 dolar, 2007’de 5 dolar. Yani, yerimizde sayıyoruz.

Çin parası öldürür, başka paralar da öldürür, çünkü onlar G-9.

Diğer bir deyişle:

Büyük para küçük parayı öldürür.

(18 Ekim 2007)

7 Senaryo

Valla, Holywood’u bilem geçtik. Artık, aksiyon filmi senaryosu gibi, gelecekbilim senaryoları yazıyoruz. Bunlardan biri de dünkü Milliyet’teydi.

‘Gel Tezkere’nin farklı güftelerini yazmışlar.

Bakalım onlar hangileriymiş?:

“SENARYO 1:
TEZKERE KOZ İÇİN KALIR:
Türkiye, elindeki tezkereye rağmen Kuzey Irak'a müdahalede bulunmaz.

SONUÇ: Piyasalar fazla etkilenmez, ancak müdahale sürekli gündemde kalacağı için, 1 yıl boyunca baskı yaratır. Yatırımlar ve turizm olumsuz etkilenmez.

SENARYO 2:
NOKTA OPERASYON:
Geniş kapsamlı askeri harekat yapılmaz. Ancak, özel harekat timleri tezkeredeki gibi sınırı birçok kez geçer ve PKK militanlarına yönelik operasyon yapar.

SONUÇ:
Sınır geçildiği için piyasalar tedirgin olur. Dolar ve faizde yükseliş baskısı doğar. Yatırımların bir bölümü beklemeye geçebilir.

SENARYO 3:
YENİ SINIR ÇİZİLİR:
Türkiye, 1 Mart tezkeresinde olduğu gibi, sınırın 20-40 km içinde yeni bir tampon bölge oluşturur.

SONUÇ:
Sıcak çatışma olmazsa piyasalarda başta tedirginlik yaşanır ancak daha sonra etki azalır. Yatırımlar ve turizmde gerileme yaşanabilir.

SENARYO 4:
SADECE HAVA BOMBARDIMANI:
Türkiye karadan müdahale etmez ancak belli noktaları bombalar.

SONUÇ:
Petrol 90 doların üzerine çıkar. Dolar ve faizde yükseliş borsada düşüş olur. Ancak göğüs göğüse çarpışma olmamaması halinde etkileri sınırlı kalır.

SENARYO 5:
PKK'YA KARADAN MÜDAHALE:
Türk askeri sıcak takiple sınır ötesine karadan girer.

SONUÇ:
Peşmerge ve ABD askeri ile de çatışma ihtimali belirirse petrol 100 dolarla yeni rekor kırar. Faiz yüzde 17’yi aşar. Yatırımların bir bölümü rafa kalkar. Dış basın faktörü turizmi kısmen baltalar.

SENARYO 6:
PEŞMERGEYLE ÇATIŞMA:
Irak kuvvetleri Türk askerine müdahale eder.

SONUÇ:
Petroldeki yükseliş sürer. Dolar 1,50 YTL’yi faiz aşar, faiz yüzde 20’leri bulabilir. Borsa 50 binin altına düşer. Yatırımların bir bölümü iptal olur. Turizmde rezervasyonlar hissedilir derecede düşer.

SENARYO 7:
ABD ASKERİYLE ÇATIŞMA:
En kötü senaryo olur. ABD ile savaş durumuna geçilir.

SONUÇ:
Piyasalar bu senaryoyu öngörülemeyen risk olarak algılıyor. Petrolün 120 doları, doların 2 YTL’ye aşacağını iddia edenler var. Kesin sonuçları bilinmese de sadece borsadaki piyasa değeri kaybının 150 milyar doları bulması, petrolün Türkiye’ye faturasının ise en az 10 milyar dolar artması bekleniyor. Yıllık 20 milyar dolarlık yabancı sermaye girişinin durması, Türkiye’nin en az 10 milyar dolarlık turizm kaybına uğraması da söz konusu.”

Alıntının internet adresi:

http://www.milliyet.com.tr/2007/10/18/son/songal209.asp

Bilgisel hata: Senaryo 4’teki ‘göğüs göğüse çarpışma’nın ne savaşsal, ne de ekonomik sonuçsal bir anlamı yoktur. Şu anda bile zaten, karşı taraf bizim toprakta, biz onların toprağındayız. Onu, ‘karşı tarafın kentlerini tahrip’ olarak değiştirmek daha uygun. Hiç kimse ayırsamadı ama MHP milletvekili Bölükbaşı, TBMM konuşmasında, bunu gayet anlaşılır olarak senaryolaştırdı.

Öncelikle belirteyim:

Piyasaların savaş koşullarında ne herze yediği ulusu zerrece ilgilendirmez. TÜSİAD üyesi Ferit Şahenk’in dediği gibi:

“Savaş koşullarında ekonomik kar düşünülmez.”

Bir diğer üye Yalçındağ’ın dediği gibi değil:

“Savaş çıkarsa, karımız düşer.”

En son söyleneceği en baştan söyeleyim:

Benim kestirimim 6,5. senaryo. Yani: Peşmerge kılığındaki ABD askeriyle ve ABD askeri kılığındaki peşmergeyle savaş. (Yani: Olayı kılıfına uydurma.) ABD ve Türk askeri cephede ilk kez karşı karşıya gelmiyor: İşgal İstanbul’unda ve Batı Cephesi’nde Yunanlılar’a yardım eden ve onlara ABD üniforması veren olarak savaşılmış olarak, aramızda zaten bitmemiş bir hesabımız var. (İkinci alttümce için bakınız: Hemingway, İşgal İstanbul’u, Milliyet Yayınları.) http://urun.gittigidiyor.com/Isgal-Istanbul-u-Ernest-Hemingway_W0QQidZZ5347473

Burada ara bir not:

TBMM en sonunda ABD ile Türkiye’nin müttefik olmadığını dile getirdi.

Tarihsel kanıt: Zamanında koskoca topraklarında güneş batmayan imparatorluk İngiltere bile, dünya fatihi İspanya ile ancak dolaylı, korsanlar aracılığıyla savaşmıştı.

E, biz de ABD ile birileri nezdinde ve aracılığında er geç savaşacağız, bunu 10 yıldır yazıyoruz. 1946’dan beridir bu ülkenin başına ne geldiyse, müsebbibi ABD’dir. Nokta. Türk halkı ABD’den refret etmektedir, Yine nokta. Türkiye Müslüman bir ülke değildir. Üç nokta.

Senaryoda eksik olanlar: Türkiye’de bombalar uçuşur. Dün 2 tane patladı bile.

Senaryomuzun devamı:

Medya ve TÜSİAD (aynı kaba edenler), savaşa yan çizer ama sopayla doğru yolu bulur.

Siyasiler, Meclis tartışmalarının gösterdiği üzere, suda olduğunu bilmeyen balık kadar bilinçsizdir.

Kitle kahramanca ölmeyi sürdürür.

Entellektüeller (sağ bekler de, sol bekler de) öküz trene bakar gibi, tarihi seyreder. Seyrediyorlar zaten.

Ordu, 24 yıldır edinemediği tam deneyimin bu kez en az % 50’sini öğrenir ama % 100’ü zor. Onlar henüz jandarmayı hala asker saymamakta ısrarlı. Cephede hatası açıkseçik olan üstleri Divan-ı Harp’te yargılamamakta ısrarlı. Cephede en üst sorumluluğun en yaşlı 40 yaşında ve en yüksek rütbeli albaya verilmesi gerektiğini anlamamakta da ısrarlı. Genelkurmaş başkanının denizci veya havacı olması gerektiğini ağzına bile almıyor.

Oysa:

Uydudan okunan gazete bile göründüğüne göre, karanlıkta ısı yaymayan, varlığı asla ayırsanmayan, gayrınizami usüller kullanan, sivilleri öldürmekte yetkili, kararları kendi içinde alan (yani emir almayan), en yaşlısı 30 yaşında, bildiğimiz terör (veya devlet terörü) hücrelerini kurmamakta ısrarı bırakın. Bu iş, ölü düşman kulağı kesip, boyuna asmakla olmaz, ona ‘artizlik’ denir. Öyle biri olacaksın ki çocuğu öldürürken de, kadını öldürürken de ondan nefret etmeyeceksin, zevk duymayacaksın, yaptıklarından dolayı hiçbirşey hissetmeyeceksin ve bu olağan ve doğal tavrın olacak, psikopat tavrın değil. Yani gerçek savaşçılar gerek: 75 milyondan 75 kişi. Yoksa yoktur, o zaman hiç uğraşmayın, siz bu kafayla gittikçe, Kuzey Irak’tan sonra, Türkiye’de de Kürt devleti kurulur. Bugün burada tartıştığımız budur: Çiller’e ‘verelim toprakları’ diyen ETO’lular (Egeliler) mı geçerli olacak, Şahenk mi?: “That is the question.”

Valla film senaryosunu geçti, dizi film oldu. Adı da hazır:

‘Prison Break’.

Dipnot: Senaryoların önceden bilinmesinin, tarihi yaptığını bilenler ve bilmeyenler üzerindeki etkisinin informatik-kognitif yönlerinin simpleks metoduyla analizi ise başka bir metnin konusu. (İpucu: Negatif ve pozitif manipülasyonları nötralize edici yöntemler de vardır.)

(19 Ekim 2007)

7 ABD-TC Çatışma Konusu

1960'larda gizli servis ajanı olarak Türkiye'de çalışan, CIA'nın eski Ortadoğu Masası şefi ve Ulusal İstihbarat Konseyi eski Başkan Yardımcısı Graham Fuller, günümüz koşullarında ABD ile Türkiye’nin temel 7 çatışma konusunu açımlamış.

1. Kürtler: ABD’nin son 16 yıldaki Irak politikaları Türkiye için bir felaket oldu. Iraklı Kürtler bağımsızlık eşiğinde. Irak’taki böyle bir oluşum, Türkiye’deki ayrılıkçılığı teşvik ediyor.

2. Terörizm: ABD’nin Ortadoğu politikaları, tüm bölgede şiddet ve radikalizmi teşvik etti ve El Kaide’yi Türkiye’nin kapısına kadar getirdi.

3. İran: İran, Türkiye için hayati bir enerji kaynağı. Washington, Türkiye’nin İran’la ilişkilerine son vermesine yönelik baskılarını çok patavatsızca yürüttü.

4. Ermenistan: Ticaret ve hava bağlantıları gibi yollardan, Ankara ve Yerivan arasında ‘verimli’ gayrıresmi temaslar var, ancak Ermeni diyasporası, potansiyel yakınlaşma karşıtı havayı alevlendiren kilit faktörlerden biri.

5. Suriye: Türkiye-Suriye ilişkileri çok canlandı. Ankara, Washington’un Şam’ı dışlaması için yaptığı baskılara karşı direndi.

6. Rusya: Ankara-Moskova ilişkilerinde bir ‘devrim’ yaşanıyor. Ankara, Rusya ile olan ilişkilere değer veriyor ve ABD’nin Kafkaslar, NATO’nun genişlemesi ve füze kalkanı konularında ‘Rus ayısı’na vurma çabalarına karşı çıkıyor.

7. Filistin: Ankara Hamas’ı meşru olarak görüyor ve arabuluculuk yapmak istiyor. Washington da ‘hayır’ diyor. Ankara’nın İsrail ile iyi ilişkileri var ama sert eleştirilerden de kaçınmıyor.

http://www9.gazetevatan.com/haberdetay.asp?tarih=19.10.2007&Newsid=142690&Categoryid=30

Önce, onun gözden kaçırdıklarını da ekleyelim:

AB: ABD Türkiye’nin AB’ye girmesine taraftar görünüyor rolünde ama böyle bir sonuç uzun vadede ABD’yi batırır, çünkü AB-ABD çıkarları uzun süredir çatışıyor. Türkiye bile ABD’ye başkaldırırken, Almanya ve Fransa’nın sağ, İngiltere’nin sol iktidarları ABD’nin fino köpekliğini yapıyor, çünkü hala 2 dünya savaşının aşağılık kompleksini üzerlerinden atamadılar. Ancak hiç kimse 3’lünün birbirleriyle çatışmalarını engelleyemeyecek.

Çin: Türkiye, eskaza uyanıklık edip Şanghay İşbirliği Örgütü üyesi olsaydı, şu an ABD batmış olurdu. Çin, işbirliği için elinden geleni yaptı ama Türkiye aymadı.

Hindistan: Türkiye, Pakistan ile geleneksel dostluğundan ileri gelen bir Hindistan karşıtlığı geleneğine sahip. Tabii bir de, Hindistan’ın 77’ler’in başını çekmesi döneminde, Türkiye ABD’nin kuyruğundaydı, durumu var. Şimdi, Hindistan ABD’nin kuyruğuna takıldı, Türkiye ABD’den uzaklaşıyor. İkili yine birbirinden uzak ama Hindistan 30 yıl sonradan itibaren bir süper güç olabilir. O zaman Türkiye bundan zarar görecektir.

İsrail: Türkiye bu ülkeyle tamamen ABD güdümünde ilişki kurdu. 500 yıl beslediğin insanların senin eski topraklarında, senin tüm dış politika çıkarlarını ezip geçen bir ülke kurması durumunda, Ankara’nın bambaşka davranmış olması gerekirdi.

Görüyorsunuz, geriye pek önemli ülke kalmadı. Türkiye ile ABD, tüm dış politika konularında çatışıyorlar.
Buna eklenecekler:

NATO: NATO aslında bitti ama zombisi sürükleniyor. Onun yerine alacak kurum olan AB ordusu bir türlü kurulamıyor, o nedenle de AB NATO’da Türkiye’yi dışlamaya başladı. Unutmayalım ki Türkiye ve Yunanistan, Kıbrıs ve Öcalan’ın yakalanması süreci konularında gerçek bir savaş yaşadılar ve bu konular hala gündemde.

İKÖ: Bu örgüt tümüyle ABD karşıtı olacakken, Arap ülkelerinin krallarının ABD’ye göbek bağıyla bağlı olması nedeniyle, tamamıyla nötral / pasifize bir örgüt durumunda ama gelecekte er veya geç bu gerçeklik yürürlüğe girecektir. Dışarıda Türkiye’nin pek de Müslüman sayılmadığı durumu var.

Sonuç: Yüce Meclis’imiz de aydı. TC-ABD dış politikada hemen her noktada çatışma durumunda. Şu an, ne paramız var, ne silahımız, ne teknolojimiz, ne de akil adamlarımız. O nedenle ABD, bizi limon gibi sıkıyor. Artık 10 yıl mı alacak, 30 yıl mı, gün gelip belli bir gerçek özerklik kazanabildiğimizde, belki ABD’nin bize yaptıklarını acısını çıkarabiliriz. Kindarlık mı? Evet.

Dipnot: Fuller gibiler, bizim generaller gibi, görev başında başka, emekliyken başka konuşurlar. O şimdi bu yazıyı yazsa da, kendisinden danışmanlık istendiğinde, ABD’ye bu söylediklerinin tam tersini söyleyecektir. Akil adamlık böyledir zaten: Birbirine tam karşıt 2 savı da açımlayabilmek.

(19 Ekim 2007)

DGT’nun (WFS) 10 Kehaneti

Dünya Gelecekçiler Topluluğu (World Future Society) önümüzdeki 25 yıl için 10 kehanette bulunmuş.

Bunlara göz atalım ve yorumlayalım:

Y Kuşağı (1978-1995 ABD doğumlular), denizaşırı ülkelere çok gidecekler.

Bu doğru ama anlamdırılması çok ilginç sonuçlar veriyor: ABD’de 20. Yüzyıl ortasına kadar, 2 kuşaktır ABD’li olanlar azınlıktaydı. Sonra bunlar ABD dışına çıkmayan bir içekapalılık yaşadılar. Şimdiki açılım ve yayılım bir emperyalizm değil. Bunun 2 nedeni var: Bir: Türkiye’nin 4 milyon işgücü göçü gibi, artık ABD’liler de ülkelerinde iş bulamayıp, denizaşırı ülkelere gidebilecekler. İki: ABD’nin manen ve kültürel olarak doyurmadığı ABD’li sayısı giderek artıyor. ABD’nin yarısı ABD değerlerine karşı. Irak işgalinden sonra epeyi ABD’li gidip Kanada’ya yerleşti.

Çin’in su talebi global ekonomiyi etkileyecek.

İçilecek suyun birim fiyatı şimdiden petrolinkinden fazla. Türkiye litresi 1 dolardan trilyonlarca litre (10 üzeri 12 litre = 1 kilometre küp, bizse bunu Fırat ve Dicle’den boşa akıtıyoruz) suyu, 250 dolara Çin’e giden 25 tonluk tırlarla gönderebilir. Kullanım suyununsa metre kübü 10 sent. Çin bizden 500 milyar dolara kadar mal istemişti.

İşçiler giderek daha fazla para yerine daha fazla boş zamanı seçecek.

20. Yüzyıl’da maaş zammı tüketim çılgınlığı getirmişti. Şimdilerde ise insanlar zamanlarını evde geçirmeyi (alışverişi internetten yapmayı, vd) seviyor. Bu da, boş zaman ve ev eğlenceleri tüketiminin giderek artması demek ki zaten trend de öyle. Ek bilgi: Evde geçirilen zaman, ironik ve ikilemsel olarak, 100 yıl öncesine oranla, daha az gerçek boş zaman demek. İnsanlar hobilerine ve sivil toplum uğraşlarına aşırı zaman harcamaya başladılar.

2030 yılına dek kablosuz elektronik sistemler düşünce sistemimizi iletebilir duruma gelecek.

Bunun ilk sonuçları şimdiden alındı. Ancak bunun kullanılabilir yaygınlık alması daha çok zaman alabilir. Örneğin robot kullanımı oldukça yavaş ilerliyor, çünkü insanların tepkilerinden korkuluyor. Düşünce okumaya da şimdiden tepki oluştu bile. İnsanlar telepatiye taraftar ama düşünce okuyan devlet korkusu onları gemliyor.

Çocukların doğayla doğrudan temassızlığı ileride sağlık sorunu olacak.

Çağdaş yaşamın çok stresli olduğu bir gerçek. Ancak bunun temelleri yanlış tanımlanıyor. Doğadan uzaklık insanı ruhsal hasta yapmaz. Tam tersine eski atalarımız, aslanlarla halvet olmaktan dolayı hasta oluyorlardı. Doğadan kopuş başlayalı 250 yılı geçti. Bugün tüm yaşamı boyunca ağaçta mevye görmemiş yüz milyonlar var. Bunun doğrudan ruhsal bozukluk yaratacağı bir yanılgı. Bunu, tam da ‘son alaturka doğa temaslı çocukluğu tam yaşamış kuşaktan biri’ olarak doğrudan söylüyorum. Değişmesi gereken eğitim sistemi. Çağdaş yaşamda eksik olan yalnız kalmak becerisi. Bu, gerçekten ruhsal hastalık ve stres yapıyor. Aynı zamanda stresin de kaynağı. Yoga gibi tek başına, sessiz, loş ışıkta yaşanan bir metafizik deneyim, işin çözümü ve bunun her kişinin özelinde açılımlarını yaratılması gerek.

Asya’ya genel bakış: Kısa vadede Çin, uzun vadede Hindistan.

Çin sonucu aldı bile ve aslında inişin ilk ipuçlarını da sergilemeye başladı (bunun için Çin’in Sesi Radyosu’nun Türkçe internet sayfalarını izlemeniz yeterli). Hindistan’sa çıkışı yakalama eğiliminde bile değil. Bunun açılımı şu olabilir: Çin / Hong Kong sineması savaşçı, Bolywood sevişçi ideoloji içeriyor. Dolayısıyla, uzun vadede Hindistan’dan çok, Brezilya veya Nijerya gibi sürpriz at bir 3. Dünyalı umulabilir. Türkiye de umulur ama onyılları göme göme, öküz trene bakar gibi tarihi seyrediyoruz yalnızca.

Robot işgücü patronların işçilerine bakışını değiştirecek.

Değiştirdiyse, Japonya’da görülmüş olması gerekli ama henüz böyle bir çalışma duymadım. (100 milyon nüfusa 2008 için 5 milyon robottan sözediyoruz.) Neo-marksistler, global borsanın reel sektörü geçmesini, patronların emekten kurtulma çabası olarak yorumluyor ama buna katılamıyorum. Patronlar işçilerine hala feodal dönemin senyörleri gibi bakıyor, en basiti hamileliğe karışabiliyorlar. Dolayısıyla, 2-3 kültürel adım birden sıçramaları epeyi zora benzer. (10 kehanetin içinde en az gerçekçi olanı bu.) Elimizde, internetin ve cep telefonlarını iletişimi kolaylaştırmadığı, hatta kimi zorlaştırdığı gibi bir gerçek var.

Küresel ısınma felaketinin maliyeti her yıl için 150 milyar doları bulacak.

Eğer gerçekten bu kadarsa, sorun yok. Kuzey Yarıküre’deki 4 milyar insan, her yıl için 6 aylık ortalama ısınma süresinde, adam başı 40 dolar tasarruf yapacaksa, bu miktar karşılanır. E tabii, bunun gündüzü ve okul artı işyerisi de var. Yalnızca pimapen pencereyle yarıdan fazla (geçen kış için 600 YTL = 500 dolar) tasarruf sağladığımı belirteyim.

Şirketler çalışanlarının 4 kuşak içerdiğini görecek.

18-38-58 tutuyor da, 78 tutmuyor. 78 yaşındaki birinin çalışıyor kalması için, ortalama yaşamın 110 yıl olması gerekli. Onu da 22. Yüzyıl’dan önce görmemizin zor olduğunu tıpçılar belirtiyor. Haa, 78’inde olup, hiçbir sosyal güvencesi olmayan evsiz sayısı Beyoğlu’nda çok, çöpten artık kağıt toplayıp, 50 kiloluk tekerli arabalarda çekiyorlar.

Engellilerin sayısındaki artış toplu taşımacılığı etkileyecek.

Zaten etkiledi bile. Bizim gariban ülkemizde bile, otobüsler ve vapurlar buna göre ayarlandı. Bu konuda yapılacak en önemli katkı, dış iskelet türü robotların, tanesi 1.000 dolardan aşağı olacak ve sosyal sağlık güvencesi içinde kalacak biçimde ayarlanması. Baston taşımaktan kolay işleyen sistemler üretildi bile ama şimdilik pahalılar.

http://www.wfs.org/tomorrow/index.htm

Genel

Dünya Gelecekçiler Örgütü, gelecekbilimcilerin neo-liberal ve neo-globalist kanadını içeriyor. Teknolojiyi din haline getirip, sürekli ilerleyen bir toplum yanılsaması inşa etmiş durumdalar.

Örneğin, onların dediğinin dışında, makro-makro açıdan bakıldığında, önümüzdeki 25 yılın en önemli sorunları şöyle sıralanabilir:

1. Yerel ve global savaşlar.
2. 1 milyar gecekondulu 1 milyar netizene karşı.
3. ABD’nin dünyanın başbelası olmaktan def edilmesi.
4. BM’nin dönüştürülmesi.
5. AB’nin dağılabilirliği.
6. Ay’da sabit ve sürekli yerleşim.
7. Mars’a gidiş.
8. Beden nakli yoluyla ölümsüzlük. Artı insan klonlama.
9. Gıda, kıtlık ve kuraklık tehlikesi.
10. Kuş gribi gibi bir global salgın hastalık.

Bunların yanında DGT’nun listesi, çokça 1. (ana) değil, 4. sıradaki (tali) konularla ilgileniyor görünüyor.

(2-3 Kasım 2007)

TARİHİN EN BÜYÜK 10 BULUŞU

Bunlar şöyle sıralanmış:

Abaküs: Milattan Sonra 190’da Hun İmparatorluğu’nda bulunan, o devirde Babiller’in de kullandığı abaküsler tarihin ilk hesap makinesi olarak kabul ediliyor.

Arşimed’in su vidası (Milattan Önce 700): Yunanlı bilgin Arşimed burgusu olarak da bilinen ve yüzlerce yıl kullanılan su yükseltme düzeneği. O dönemlerde yaşamsal önemi olan suya ulaşılmasını sağlıyordu.

Aspirin (Yıl 1899): Ateş düşürücü ve ağrı kesici Aspirin’in temellerini Hipokrat atmıştı. Alman kimyager Felix Hoffman ise mükemmel hale getirip piyasaya çıkardı.

Atari (Yıl 1977): Bugünkü değeri 30 milyar dolar olan oyun endüstrisinin atası sayılıyor.

Dikenli tel (Yıl 1873): Çiftçilikte devrim yaratan dikenli telleri icat eden Amerikan çiftçisi zengin oldu. Ekinlerin büyükbaş hayvanlar tarafından telef edilmesini önleyen çitler hâlâ baştacı.

Barkod (Yıl 1973): Bir üniversite öğrencisi tarafından evrensel ürün kodu olarak geliştirilen barkodlar, ürün güvenliği alanında devrim yarattı.

Pil (Yıl 1800): Galvani tarafından bir kurbağanın vücudu kullanılarak geliştirilen ilk elektrik devresi olan piller, sürekli yenileniyor ama önemini kaybetmiyor.

Bisiklet (Yıl 1861): Ulaşım alışkanlıklarını değiştiren ve insanları özgürleştiren bisiklet, Fransız Pierre Marchaux tarafından icat edildi.

Tükenmez kalem (Yıl 1938): Macar gazeteci Laszlo Jose Biro tarafından icat edilen tükenmez kalem, kısa sürede günlük yaşamın vazgeçilmez bir parçası haline geldi.

Yay ve ok: Avcılığın temellerini atan bu icat, ilk çağlarda insanların yaşamını sürdürmesini sağlayarak önemli işlev gördü.

Eleştiri: Ok ve yay dışında bunların hiçbiri insan yaşamı kurtarmadı. Çoğunun benzeri ve ikamesi var: Bisikletin mobilet ve araba, yay ve okun mızrak ve balta, vd.

http://onpunto.com/ShowBlog.aspx?Web=devamediyor&CId=85380

Bana göre 10 büyük buluş:

NESNEL (İnsan türününkiler)

İlaçlar: İnsan yaşamını 30’dan 90’a çıkardı.
Bilgisayar: İnsan zekasını üsselce katladı.
Uzaya çıkaran füzeler: İnsan türünün öte-evrimine yol açtı.
Klonlama ve beden nakli: Ölümsüzlüğü mümkün kıldı.
Neolitik devrim: Belli bitkileri ve hayvanları sonsuz üretme yetisi getirdi. Hala da sürüyor (genetik oynama ile ki başka yollardan bilinçsizce ve dene-yanıl ile yapılan şey o zamanlarda da aynısıydı).
Sanayi devrimi: Makineler insan bedeninin gücünü sonsuza taşıdı.
Yazılım-donanım eşleşmesi: Zihinle kullanılan makineler ve bilgisayarlar.
Kadınların insan olması: Henüz bulamadılar ama eli kulağında.
Matematik: Hepsi birden. Anımsayalım: Birin icadı ile sıfırın icadı arasında 3.500 yıl var. (Yazıyı bugün bile dünya nüfusunun yarısı kullanmadığı için saymadım.)
Tekillik (gelecekbilimdeki anlamıyla): Henüz icat edilmedi ama eli kulağında. Geleceği belirlemeyi imkansız duruma getiriyor. Bu da yepyeni ve bambaşka tarihler ve evrimler demek olacak.

ÖZNEL (biyografiminkiler)

Penisilin: Yaşamımı kurtardı.
Bilgisayar: Yazarlığımın % 50’sini borçluyum.
Özel eğitim kurumları: AFL, BÜ, Köy Ensitüsü gibiler.
Aristo – Lao Tzu eşlenikliği: Mantıksal açıdan eşlenik olmaları önümüzdeki 100.000 (yüz bin) yılı etkileyecek ve dengeleyecek.
Uzaya gidiş: Bebekliğimden beridir anti-hümanistim, çocukluğumdan beridir yıldızlara bakarım. Tipim böyle: Doğal olarak uzaycı.
Orta Çağ türlerinde rönesans-engizisyon çakışması: Bosch’tan ve İbn-i Sina’dan ikili bir destek var. Bu, atom bombası olasılığı dışındaki 3. Dünya Savaşı olasılıklarını atlatmaya yarayacak.
Türkiye 1960-2060: Kuzey-Güney ve Doğu-Batı arasında 1.200 yıl gidip gelen başka hiçbir halk-ülke yok Yeryüzü’nde. Bu bana özgür düşünceyi verdi.
İstanbul 1960-2060: Türkiye’nin mikro ve megakent biçimi.
Delilik: Bilindiği kadarıyla, insan gibi deliren hayvan yok. Deliliğim olmasaydı, milyarlarca kişilik insaniyet sürüsünde bir ‘möö’ olurdum yalnızca. Özel delilik olarak: Katatonik-melankolik şizofreni.
Dünya sistemi: İronik olarak globalizm ile çakışıyor ama marksist kanattaki en makro-makro sistem düşünce. Şimdilik işliyor.
Sınıfsızlık: Fiilen bunun mümkün olduğunu kanıtladım. (Kendiminki köksüzlük olarak tezahür etti.) Sınıfsızlık yaşanabildiği zaman, insanlar arasında kardeşlik, eşitlik ve özgürlük varolabiliyor. Devrimi beklemeye gerek kalmıyor.

Görüldüğü üzere bana göre en büyük buluşların çoğu düşüncesel, tarihteki en önemli kitaplar da öyle sayılıyor zaten. Teknoloji daha çok oyuncakseverler için. Örneğin, internetin insanları ortalamada daha aptal ve daha cahil yaptığını kezlerce yazdım.

(6 Kasım 2007)

Asker Oldum Piyade, Şehit Oldum Ziyade

Adalet bakanı Mehmet Şahin, PKK’lilerce kaçırılıp serbest bırakılan askerlerimiz için şunları söylemiş:

“Öncelikle askerlerimizin, Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarının herhangi birinin ya da bir bölümünün bölücü terör örgütünün eline geçmiş olmasından, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak büyük üzüntü duyduğumu belirtmeliyim. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin hiçbir mensubu böyle bir duruma düşmemeliydi. Dolayısıyla kendilerinin kurtulmuş olmasından fazla bir sevinç duyamadığımı ifade etmek istiyorum. Bu benim kişisel değerlendirmemdir.”

http://www.ntvmsnbc.com/news/425270.asp

Ve çok feci yanılmış.

Hayır, hiç kimse vatanı için ölmek zorunda değildir. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, yaşama hakkını temel hak sayıyor. Türkiye buna uyarak idam cezasını kaldırdı. Adam öldüreni öldürmeyeceksin, sonra gidip yaşamının baharındaki gençlere ‘öl’ diyeceksin.

Yemezler.

Mehmetçik’ler, kitlenin ailelerinden gelir, iktidar seçkinlerinkinden değil. Medyatörler, generaller, TÜSİAD’meşrepler, milletvekilleri, çıkarlarının korunmasını Mehmetçik’ten talep edemezler. O kadar meraklıysalar, kendi oğullarını gönderip ‘öl’ desinler. Öyle, Babacan’ın yeğeni yetmez, Erdoğan’ın oğulları ölsünler. 100 milyon dolarlık gemileri var, onu korumak için canlarını versinler. Ölenlerin işi bile yoktu, çünkü yeni üniversite mezunu delikanlılardı. Vatanlarını satmakla övünenlerin oğulları zengin olsun diye, neden bu fidanlar yok edilecek?

Ayrıca:

Murat Belge gibiler, bu ülkenin parçalanması yönünde görüş bildirdiler, onlar, oğulları veya torunları cepheye sürülsün.

Yineliyorum:

Hayır: Hiçbir cumhurbaşkanı, başbakan, genelkurmay başkanı, bakan, kuvvet komutanı, hiçbir Türk gencinin vatanı için ölmesini talep edemez. Onlar on binlerce dolar maaş alacak diye, daha yaşama başlamadan biten canların harcanması ayıptır, suçtur, günahtır.

Cephenin en ön sırasına, orgenerallerden başlayarak, tüm komuta zincirini yığıyoruz. En öne de adalet bakanını alıyoruz. Lütfen buyurun beyler: Şehitlere cennet garanti. Muhallebiden duvarlar yalayacaksınız.

(6 Kasım 2007)

Son 25 Yılın En Büyük 25 İcadı

Massachusset Teknoloji Ensititüsü Lemelson Programı tarafından CNN International için yapılan araştırmada şu 25 madde, son 25 yılın en büyük 25 icadı sayılmış:

1) İnternet
2) Cep telefonu
3) Kişisel bilgisayar
4) Fiber optik
5) E-posta
6) Ticari GPS (Küresel Konuşlandırma Sistemi)
7) Taşınabilir bilgisayarlar
8) Hafıza depolama disketleri
9) Tüketicilere yönelik dijital fotoğraf makinası
10) Radyo frekanslı kimlik etiketleri
11) MEMS (Mikro Elektro Mekanik Sistemler)
12) DNA testleri
13) Hava yastıkları
14) ATM
15) Gelişmiş piller
16) Melez (Hibrid) otomobiller
17) OLED (Organic light-Emitting diode: Organik ışık-Yayıcı diyot)
18) Görüntü panelleri
19) HDTV (Yüksek çözünürlüklü televizyon)
20) Uzay mekiği
21) Nanoteknoloji
22) Yapay hafıza
23) Sesli posta
24) Modern işitme cihazları
25) Kısa Menzilli, Yüksek Frekanslı Radyo.

http://iogm.meb.gov.tr/pages.php?page=haber&id=86

Ekleyeceklerim:

Organ protezleri.
Yeni ilaçlar.
Kafa nakli.
Klonlama.
Bedende taşınan tıbbi kayıt çipleri.
GDO’lar.
Hızlı trenler.
Volkmen.
Disket, CD, VCD, DVD dizisi.
Ev sineması sistemleri.
Bedava şehirlerarası ve uluslararası telefon görüşmesi.
Görüntülü telefon.

Çıkartacaklarım:

Uzay mekiği: Tam bir fiyasko. ABD’ye 25 yıl kaybettirdi. 2 kaza ile belki de tüm zamanların ölü sonuçlu uzay yolculuğu kazaları rekoru kırıldı.
Hava yastıkları: Epeyi ölüme neden oldular.
HDTV: Tümüyle para tuzağı aletler.
Sesli posta: E posta ve cep telefonundan farkı yok.
Dijital fotoğraf makinesi: ortalama bir insan hiçbir katkısı olmadı, çünkü çekilen fotoğrafların hemen hepsi siliniyor.

Yinelemeler:

Kişisel bilgisayar, taşınabilir bilgisayar, hafıza depolama disketleri, görüntü panelleri. Bunların hepsi, ev sineması gibi tümleşik bir alet.

Saptamalar:

Tüm bunlar boş zamanımızı arttırmadı.
Maaşımızı da artttırmadı. Reel ücretler düşüyor.
Tam tersine tüketimimizi arttırdı ki bu hayırlı bir durum değil.
Yani borcumuzu arttırdı.
İnternet bile insanlararası etkileşimi değiştiremedi. Rumuz Goncagül ile internet evlilikleri aynı, sonucu da aynı oluyor.
Bu liste teknolojiyi din durumuna getiriyor.
Çevre kirliliği gibi olumsuz buluşlar listede yer almıyor.

(7 Kasım 2007)

Uzay Yarışı Asya’da

1957-1989 arasında uzay yarışı ABD-SSCB arasında geçti. SSCB çökünce yarış duruldu. Şimdilerde 2 eski düşman ülke arasında ortak çalışmalar yapılıyor.

Bu dönemin kritik özetine bakarsak: Uzaya gidecek olan ilk 200 kişiden 15-20 kişinin öldüğü, dünyanın en yüksek ölümlü mesleği astronotluk ortaya çıktı. (Sayılar belirsiz, çünkü hem ABD, hem SSCB bazı kazaları sakladı.)

ABD, 1982-2007 arasındaki 25 yılı uzay mekiğine harcayarak, uzay yarışında bir bakıma olduğu yerde saymış oldu. 1986’daki ve 2003’teki çok insan ölümlü mekik kazaları, ABD’nin teknoloji kurdu olmadığını kanıtladı.

Rusya ise, uzay istasyonu yaklaşımı ile uzun vadede öne geçti. Uzayda en çok yaşayan tüm kozmonotlar Rus. Hatta böylelikle, bazı kazalarda ve uygunsuz durumlarda, kozmonotlar uzayda çok daha fazla kalabildi. Bilindiği kadarıyla, bu nedenle ölüm gerçekleşmedi ama 200 gün civarında olduğu sanılan dayanma süresi 600 günü geçti.

Ara ve duralamasal dönem de yaşandı. Uzaya aylar boyu gidilmediği oldu.

Şimdi sıra geldi Asya yarışlarına:

Hindistan, Güney Kore, Çin ve Japonya uzay yarışına kalkıştı.

Çin dünyada uzaya insan yollayan üçüncü ülke oldu ama bunu kesinlikle teknoloji casusluğuyla becerdi.

Çin’in ilk Ay keşfi uydusu Çangı -1’in çektiği ilk fotoğraf törenle gösterildi. Japonya’nın ve Hindistan’ın da benzer bir Ay uydusunu uzaya göndermeyi planlaması Asya’da uzay yarışlarını başlattı.

http://www.ntvmsnbc.com/news/427519.asp

Şimdi burada duralım:

Köy romanı yazarı Fakir Baykurt’un köylüler ilgili bir saptaması vardır: Köylüler, kentlileri akıllı saymaz ve bir tek köylülerden çekinir.

Durum, biraz da buna benzedi: Açlıktan nefesi kokan on milyonlarca nüfusları dururken, ortalığı boş bolan Asyalılar, 50 yıllık uzaycılık tarihçeli diğerlerini yok sayarak, birbirleriyle rekabete girdi.

Ancak bu önemli, çünkü tersi durumda uzay yarışı duracaktı. Atom bombası tehlikesi durmuyor, bomba sahibi ülkelerin sayısı giderek artıyor. Bu da, bir an önce sabit ve kalıcı uzay kolonilerinin kurulması gerekliliği demek. Japonya, sabit Ay yerleşimi için 2015 demişti.

Asyalılar’ın bir avantajı daha var: Hem ufak tefekler, hem de sabırlılık kültürlerinde var. Uzayda yaşamaya daha kolay uyum sağlayabilecekler.

Bu durumda, Çin başı çekmek üzere, en az 25 yıllığına sıkı bir yarış etabı daha başladı demektir. Kendi hesabıma, Mars’a ayak basan ilk insanın ABD vatandaşı olmaması olasılığına olmasından daha çok güveniyorum.

21. Yüzyıl, şimdilik kaydıyla, Güneş Sistemi’nin kolonileştirilmesinin ilk adımlarını bize gösterecek. Ancak, yıl 2100’de uzayda sürekli yaşayan insan sayısını 1.000 olarak değil, 100 veya küçük katları olarak düşündüğümüz, orta karar bir gelecek tahmin ediyoruz.

(26 Kasım 2007)

2008’in Teknoloji Öncüsü Şirketler

Listede 39 şirket var. Sırasıyla, biyoteknoloji / sağlık, enerji / çevre, bilişim teknolojileri alanlarında çalışıyorlar. Yaptıkları işler aşağıda:

Biyoteknoloji / sağlık:

23andMe Inc., ABD: İnsanlara kendi genetik bilgilerini sağlıyor.

Accuray Incorporated, ABD: Robotlar aracılığıyla telecerrahi (yani uzaktan kumandalı) konusunda çalışıyor.

Anecova SA, İsviçre: Kısırlığın tedavisi için yeni yollar üretiyor.

InSightec Ltd., İsrail: Ultrason cerrahisi için gereken MR teknolojisin geliştiyorlar.

mondoBIOTECH AG, İsviçre: Ender raslanan ve öldürücü olan akciğer hastalıklarının tedavisi konusunda uzmanlar.

Neurosynaptic Communications Pvt Ltd, Hindistan: Teletedavi için gereken, standart bir 4’lü kit geliştirdiler. Alanlar: Beden sıcaklığı, ECG, kan basıncı, nabız. Kit bunları uzaktan ölçüyor.

NuLens Ltd., İsrail: İleri derecedeki görme bozuklukları için, yakın, uzak ve orta için çalışan bir lens icat ettiler.

Oxitec, İngiltere: Oxford Üniversitesi’nde yapılan akademik buluşları ticarileştirmek için kuruldu.

RainDance Technologies, ABD: Mikrosıvılar üzerinde çalışan bir nanoteknoloji şirketi.

Resverlogix Corp, Kanada: Kardiyovasküler ve kanser hastalarının yaşam kalitesini yükseltmek için çalışan bir şirket.

Rincon Pharmaceuticals Inc., ABD: Ökaryotik bir algi kullanarak, ilaç olarak kullanılabilecek proteinler üreten bir şirket.

SiGNa Chemistry, Inc., ABD: Disiplinlerarası bilimlerde kimyasal çözümler üreten bir şirket.

Enerji / Çevre

Cima NanoTech Inc., ABD: Patentli nanomalzeme üretiyor.

fluXXion B.V., Hollanda: Yarıiletken ve mikrosistem sanayilerinde uzman.

Gridpoint Inc., ABD: Elektrik enerjisi konusunda uzman.

Hycrete, Inc., ABD: İnşaat sektöründe uzman.

LS9 Inc., ABD: Yenilenebilir ve sentetik yakıtlarla ilgileniyor.

Nanostellar Inc., ABD: Nanoteknolojiyle üretilmiş yeni alaşımlar üzerinde çalışıyor.

Primafuel, ABD: Düşük ve hiç karbonlu yakıtlar üzerinde çalışıyor.

Silver Spring Networks, ABD: Çalışma programları için faydalı ağlar tasarlıyor.

SkySails GmbH & Co. KG, Almanya: Rüzgar enerjisinde uzman.

Unidym Inc., ABD: Karbon nanotüplerin tasarımı, üretimi ve kullanımları ile ilgileniyor.

BT

AdMob Inc., ABD: Dünyanın en büyük internet reklam pazar yeri.

Arteris, Inc., Fransa / ABD: Yarıiletkenlerdeki geleceğin teknolojileriyle ilgileniyor.

Clearwire Corporation, ABD: Kablosuz iletişim ağları üzerinde çalışıyor.

Garlik Limited, İngiltere: Semantik içeren ilk internet tarama motoru çalışması.

Imaginatik, İngiltere: Yalnızca düşünce üretiyor.

Innovative Silicon Inc., ABD / İsviçre: Çok-çok-yoğun bellek teknolojisi üzerinde çalışıyor.

Kayak.com, ABD: Herhangi uzak iki kent arasındaki ulaşım rotaları olasılıklarını kullanıcıları aracılığıyla yaratır.

Lumio Inc., ABD: Optik veri depolamada uzman.

Medio Systems, ABD: İnternet reklamcılığıyla uğraşıyor.

Meraki Inc., ABD: Telsiz iletişim teknolojileri ile uğraşıyor.

Polar Rose AB, İsveç: Otomatik yüz tanıma yazılımlarıyla uğraşıyor.

QlikTech International, ABD: İş analizi konusunda uzman.

Roundbox, ABD: İnternet yayıncılığı yazılımları üretiyor.

SpeedBit Ltd., İsrail: Yazılım hızlandırma teknolojileriyle ilgileniyor.

Transclick Inc., ABD: İnternet şirketlerine kablosuz altyapı sağlıyor.

Wikimedia Foundation Inc., ABD: Wikipedia’nın şirketi. Herkese internet üzerinden bedava bilgi sağlamakla meşgul.

Yandex LLC, Rusya: Rusya’nın en büyük internet portalı.

İngilizce metin:
http://www.weforum.org/techpioneers/2008

Saptamalar:

Aralarında bir tek klonlama, GPO, uzaycılık, robot, androit şirketi yok. Yani, teknolojinin asıl öncü alanlarından uzaklar.

Dünya devleriyle karşılaştırılınca, mahalle takımı gibiler.

Google gibi gerçekten bir konuya sıfırdan girmiş yok. Örnekse: Google 100 milyon kitabı internete aktaracaktı, wikipedia, şimdiye dek olsun olsun 1 milyon kitaplık bilgi sağlamıştır.

Google Earth’i işlevsel kılan türü de yok. Örnekse, İstanbul harita programı yanlış. En yeni harita 10-15 yıllık.

Wikipedia dışında bilgi sağlayanı da yok. Önünde sonunda hepsi para için ringde.

Reklam gibi bir konuda çalışanları buraya almalarını hakaret sayarım.

İlaç şirketleri gibi bazıları, şimdiden kırmızı alarm çaldırıyor. Uyuşturucu baronlarını yeğleyebilirim.

Yüz tanıma veya kısırlık tedavisinin teknolojinin veya insanlığın birincil sorunlarından olduğunu, hiç mi hiç sanmıyorum.

Sonuç, gerçekten üzücü. Yıl 2007’deki zirvenin bu olması beni ancak üzüyor ve onun için de bu listeye ve işlevine inanmıyorum.

(14 Aralık 2007)

Lu Lu Lu, Kızılderililer Geliyor

Oturan Boğa ve Çılgın At gibi büyük şeflerin kabilesi Siyular’ın lideri Russel Means, 150 yıl önce atalarının ABD ile imzaladığı anlaşmaları feshettiklerini açıkladı; “Bize katılmak isteyenlere pasaport ve ehliyet vereceğiz” dedi.

http://www.ntvmsnbc.com/news/430195.asp

Aha, şimdi Bush’çum onları Iraklı gibi kesmez mi? Kelle derilerinden peruk yapıp, Özgürlük Heykeli’ne geçirmez mi?

Şaka bir yana, Kızılderililer, o zaman da yenilmeye mahkumdu, şimdi de yenilmeye mahkumdur. Ancak: Galip sayılır bu yolda mağlup...

ABD, PKK’ye yardım ediyordu. Meluncanlar aracılığıyla, Kızılderililer’le akrabayız, biz de onlara yardım ederiz, veririz onlara canlı bomba malzemesi, her Kızılderili’ye 100 ölü Yanki... Ölenlerin yerine de, 100.000 tane casus Türk yolladık mı, bitirdik bu işi, ABD bizimdir.

Z planı bu: İşler mi, işler...

(22 Aralık 2007)

Avrupa Aslına Rücu Ediyor

Fransa’da ülkenin etkili gazetelerinden komünist eğilimli L’Humanite “Papa’nın önünde küçük bir çocuk gibi başını eğdi. Böylece Sarkozy için Katolik kimliğinin, devlet başkanı kimliğinden önemli olduğunu anladık” yorumunu yaptı.

http://w9.gazetevatan.com/haberdetay.asp?tarih=23.12.2007&Newsid=153170&Categoryid=30

Solcu eski İngiltere eski başbakanı Tony Blair katolik oldu. Aslında öyleydi de, yeni açıkladı, çünkü karısı katolik.

http://www.cnnturk.com/DUNYA/haber_detay.asp?PID=319&HID=1&haberID=413662

AB ülkelerinin meclislerinde bir sürü Hristiyan adlı parti var:

Hristiyan Demokrat, Hristiyan Sosyalist, Hristiyan Halk, Sosyal Hristiyan, Hristiyan Sosyal, Hristiyan Birlik... Ancak tek bir tane Ateist parti yok. Sosyalistlerin ve komünistlerin birincl derdi asla ve kata ateizt değildir, hoş onlar da ne kadar ateist o da tartışılır.

Demek ki Avrupa Hristiyan aslına rücu ediyor. Bizdeki dincilik ve milliyetçilik yükselişi onlarda da var. Faşist partilar % 20’nin üzerinde oy almaya başladı.

Ancak, bir çatlakları var:

Ortodoks, Katolik, Protestan çatlağı. Bunu sıvayamayacaklar.

(23 Aralık 2007)

2007’nin En Önemli Olayı: Savaş ve TC'nin Emperyalizmi

2007'nin başında, TSK'nin 2007 içinde Kuzey Irak'a gireceğine bahse girmiştim. Biri beyaz omo kuvveti, biri CEO, biri yazar idi. Bahsi kazanmış durumdayım.

Onların savı, haklı olarak, AKP'nin, yani ABD'nin buna izin vermeyeceği idi. Yanıldıkları nokta, TSK'nin geldiği aşama idi.

TSK hala yetersiz. Ancak, acemilik ve acizlik dönemi bitti. Bu 1974’te başlamıştı: 1. Harekat'ı ABD biliyordu, 2.'yi bilmiyordu. İşte bu: TSK Genelkurmay başkanı bile, 2007’de başında olduğu ordunun neler yapabileceğini bilmiyordu ve bunu kendisi açıkça itiraf etti. (Ayrıca, ambargo o zaman başladığı için, ulusal savunma sanayimiz şimdi var.)

Aşağılık takıntımız bitti. Artık, gereken her noktayı vurabiliriz, Dünya ve BM mızıldanır, o kadar.

1999'dan beridir, TC'nin ya parçalanacağını, ya da emperyalist olacağını söyledim, emperyalist oldu, çünkü parçalanmasının makro ve mikro koşulları yoktu. 1983'te Kürt militanları ile içeride yatarken, onlara TSK'yi yenemeyeceklerini söyledim, o zamanki TSK'yi, 1993 hatasını yapan TSK'yı bile.

Yılın en önemli olayı budur: Gerçek bir savaştı ve kazandık. Daha kaybedeceklerimiz var ama genelde kazandık.

Bunları vicdani retçi olmayan, babası asker emeklisi, 20 yıl askerden kaçmış ama yeni silahlar tasarlayan biri olarak yazıyorum.

Siz savaşla ilgilenmezsiniz, savaş sizinle ilgilenir.

Dipnot: Seferberlik yaşı 60 oldu. Bazı doktor yaşıtlarım cephede ölecek. Bunu 2001'de onlara söylediğimde, gülmüşlerdi.

(26 Aralık 2007)


2007’de Dünya’daki En Önemli 10 Olay

Faşistlerin AB’de Yükselmesi: Uç sağ partilerin oyları % 20’leri buldu ve geçti. Buna dazlaklar gibi, asıl uçlar dahil değil.

AB’nin Türkiye’yi Reddi: Sağ iktidarlı fransa ve almanya, tarihsel bir gaf yaparak, fiilen TC’yi AB’nin dışına ittiler.

Türkiye’nin Kuzey Irak’a Girmesi: Türkiye artık bir güç.

AB dindarlaşıyor.: Blair katolik oldu. İngiltere’de katoliklerin sayısı artıyor. Sarkozy Papa’nın elini öptü.

AB’de ve ABP’de ateist bir parti hala yok: Norveç’teki oluşum, tepki çekmemek için ateist adını kullanmıyor. İslam ülkelerinde adını bile anan iadm ediliyor.

Çevre siyaseti: Bali fiyaskosu Kyoto’dan kötü. Artık çok geç. 2017’de geri dönülmezlik garantilendi.

Çevre felaketi öne alındı: Kuzey Kutbu buzları 2012’de eriyecek.

Latin Amerika sollaşma ve birleşme yolunda: Hep sol liderler seçimleri kazandı. Güney Bankası 2008’de çalışmaya başlıyor.

ŞİÖ’nün NATO’ya de facto eşdeğer olması: NATO sallantıda ve fiilen anlamsızlaştı. Rusya ve Çin’in sakeri gücü NATO’yu geçer.

Japonya değişimde: Asimo başarısızlığı, uzay çalışmaları, Tokyo’ya füze savunma sistemi döşemesi, askeri harcamalarını arttırması. Sanki kabuk değiştiriyor gibi.

(26-27 Aralık 2007)

Asgari Ücret

2008 başı için, asgari ücret net 435 YTL olarak kabul edildi. Bu yılda 435x12= 5.220 YTL eder. Dolar 1,18 YTL, demek ki yıllık asgari ücret 4.423 dolar eder. Oysa, kişi başına harcanabilir gelirimiz (5.000 dolarlık kişi başına GSMH’nın % 70’i olarak) 3.500 dolardır. Dünyanın hiçbir yerinde, asgari ücret, kişi başına ortalama gelirden çok değildir. ABD’de asgari 1.000 dolar civarındayken, kişi başına ortalama harcanabilir gelir, aylık 1.750 dolar civarındadır. Bizdeki durum, kayıtdışı ekonomi ve işsizlik yaratır.

http://www.milliyet.com.tr/2007/12/27/son/sontur42.asp

(28 Aralık 2007)

Şeytanım Aklıma Mukayyet Ol: Karpat’la Söyleşi

Neşe Düzel 8 Ekim 2007 tarihli Radikal’de Kemal Karpat ile söyleşmiş. Söyleşiyi okurken kulaklarımdan ateş çıktı. Gerçekten aklım fikrim patlayacak gibi oldu. O nedenle, metni irdelemeyi 1 gün erteledim. Bakalım, görelim, akil oğlu akilimiz neler demiş:

(Alıntı ve yorum sırasıyla gidecek.)

A: “S: Türkiye Cumhuriyeti, halifeliği kaldırmadan laik bir Cumhuriyet olabilir miydi?

Y: Tabii olabilirdi. Laik bir ülke dini kaldıran bir ülke değildir ki.”

Y: Aaahh. Dakika 1 gol 1. Ne bu?

Halifelik bizdeydi, biz tasfiye ettik, dolayısıyla hiçbir İslam ülkesinde halife yok. Herhangi birinde laiklik var mı? Yok. Hiç olmazsa, olmayan ergi ile bunu görmeli bu kişi. Halife varken laiklik var mıydı? O da hayır. Eee?

A: “S: Peki... Osmanlı'da ordu ile din ilişkisi nasıldı?

Y: Ordu sultanın emriyle hareket ediyordu. Sultan, halifeliği / şeyhülislamlığı pek ileri sürmezdi. Onun için dünyevi sıfatı, sultan oluşu daha önemliydi.”

Y: Yahu, Yeniçeri isyanlarında şeyhülislam fetva vermez miydi, vezirlerin, sadrazamın, gerekirse sultanın kellesinin alınması için? Tarihi gerçekleri saptırmanın bu kadarı olur. Padişah sefere bile fetva ile çıkardı. Haa, padişah şeyhülislama gıcık kapınca, yapabiliyorsa değiştirirdi tabii.

A: “Dine geri dönersek... Osmanlı'da dinle ilişki nasıldı?

Y: Her şey din adına yapılıyordu ama aslında dinle alakası olmayan binlerce âdet yaşanırdı Osmanlı'da. Zaten bir şeyin din adına yapılmasıyla, o şeyin gerçek niteliğini birbirinden ayırmak lazım. Mesela İngiltere'de hâlâ her şey İngiliz kilisesinin de başkanı olan kraliçenin adına yapılıyor.”

Y: Bir: O dinle alakası olmayan adetler, taa İslam öncesinden kalmaydı ve bugün bile hala var. Türkler ölüm zoruyla Müslüman oldu, bu biline. Ancak hala putperest adetlerini sürdürüyorlar. Büyü, fal, burç, muska, parapsikoloji, cinler gırla... İki: Bugün Papa İtalya’da din adına referandum iptal ettiriyor. İngiltere örneği niye uygunsuz? Çünkü katolik olsalar da, İngiltere kilisesi Vatikan’a bağlı değil, yani orada kilise bir çeşit laikleştirilmiş durumda.

A: “Y: 'Osmanlı devleti teokratik bir devlettir' diyor.
Bunu okuduğumda donakaldım. Bunu söylemek için tarih, siyasi ilimler ve felsefe bilmemek gerek. Teokratik devlet din adamları tarafından idare edilen bir devlettir. Osmanlı hiçbir zaman böyle bir devlet olmadı.”

Y: Şeytanım, gerçekten burada bana fren yaptır. Yahu, şeyhülislamlar kaç kez kelle almış? Tüm hukuk sistemi şeri olan bir devlete, adam kalkmış ‘teokratik değil’ diyor. İstanbul’u alan koskoca Fatih, annesi nedeniyle Hristiyanlık’a yaklaştı diye, oğlu eliyle katledildi. Viyana’daki Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde yazıyor.

A: “Y: Sufilerde din kişiseldir, duygusaldır. Öbürü, hayatın en küçük noktasına kadar kurallar koyarken, Sufilik, Allah sevgisine âşık olacaksın, öyle yaşayacaksın, der. Sufi de namazını kılar, orucunu tutar ama bunu kendi iradesiyle serbestçe yapar. Sufilik, İslam'ın sevgiye dayanan kişisel bir yorumudur. Bireye ruhen ve yaşayış olarak özgürlük getirir. Osmanlı devletinde normal kurumsal İslam'la Sufilik birlikte yaşadı.”

Y: Bir: Sufilik bireysel birşey değildir, aşırı kurumsal bir şeydir, tekke tarihinden bu bellidir. Uzakdoğu Asya Metafiziği ile İslam’ın sentezidir, kaza ile rönesansçı, yani pozitif olmuştur, pekala engizitör de olabilirdi. Yine de Sufilik’te de ‘katl-i vaciptir’ limit olarak vardır. İki: Osmanlı Sufilik dahil, Sünni dışı grupları, sözcüğün tam anlamıyla katletmiştir, çünkü onlar sürekli devlete isyan etmişlerdir. Bir tek ehlileştirilmiş Mevlevilik payitahta girebilmiştir.

A: “Y: Bu toplumda din baskısı olamaz. Çünkü bu toplum inançlıdır. Dindar değildir. Arada büyük fark var. Belki camiye gitmez, orucunu tutmaz fakat inançlıdır. Bu toplumun en kuvvetli tarafı da inancıdır. Çünkü inançsız bir toplum ne devlet kurabilir, ne de medeni olabilir. Bu toplumda muazzam bir inanç kudreti vardır. Sufiliği de kuvvetlendiren zaten insanlardaki bu inanç gücüdür.”

Y: Bu kez makineli tüfek hızıyla yanlış yapmış. Bir: Mahalle baskısı varken, Diyanet hala fetva veriyorken, bu toplumda din baskısı Allah’ına kadar vardır. İki: Bu toplum inançsızdır, inançlı olsa, 1983’ten beridir işlediği günahları (tüm Türkiye Sodom ve Gomore oldu) işlemezdi, Allah korkusu bile, en ölümcül günahların işlenmesini engelleyemedi. Üç: Dindar olmadan, Müslüman olunmaz. İslam’ın 5 koşulunu uygulamadan Müslüman olunmaz (ben uygulamıyorum mesela). Onu Doğulu-Türk uyanıklığı yapar: İdare et abi, pardon Allah’ım. Dört: Cengiz Han’dan dünya devrimi Rusya ve Çin’e dek, inançsız epeyi özel ve tüzel kişi devlet kurdu. Türkler de inançsızken devlet kurdu. Beş: Sufiler 3-5 kişidir, bu toplumu temsil etmezler. Örnekse, hiçbir Sufi halkı ‘ev de alacam, araba da alacam, günah da işliycem, nı ha haa’ türü bir hain kul Ökkeş’lik dizisi eylemez.

A: “Y: Bu kanunnameler, Sultan'ın iradesinden kaynaklanan emirlerdi ve laiktiler. Bu emirler dine aykırı mı değil mi diye bakılıyordu. Aykırıysa da, 'Dine aykırı değildir' diye bir fetva veriliyordu.”

Y: Bundan emin değilim, kesin yorum yapamam. Ancak, çok sayıda çok ciltli kanunname olduğunu, gözümle gördüğüm ve birazını okuduğum için biliyorum. Tahminim, 100.000 hükümde / tezde 3-5 tane gayrışeri önerme çıkar.

A: “Y: Çünkü laiklik, Cumhuriyet'in ve modernitenin temeli olarak gösterildi. Oysa bir cumhuriyetin temel vasfı demokratik olup olmamasıdır. Eğer demokrasi Türkiye'ye baştan getirilseydi, bugün durum değişik olurdu.”

Y: Bir: (İlk cümle için.) Eh, aşağı yukarı öyle ve doğru da. İki: Hiçbir cumhuriyet demokrasi ile doğrudan ilgili değildir, öyle olsaydı Türkiye 1923’te cumhuriyet olmazdı veya askeri darbeler yapılmazdı. Ayrıca, ABD gibi 2 sağ partili sisteme de ‘demokrasi’ demiyoruz. Keza, kraliçeli İngiltere’ye de. Üç: Serbest Fırka deneyimi yokmuş gibi konuşuyor. DP gelince akmış kan yokmuş gibi konuşuyor. ‘60’lar ve ‘70’ler yokmuş gibi konuşuyor. Kademeli olarak 84 yılda ne kitle, ne de iktidar seçkinleri tarafından benimsenmeyen bir sistem şak diye getirilip, en başta nasıl kabul görecekti?

A: “S: Türkiye'ye şeriat gelmesi mümkün mü?

Y: Mümkün değil. Çünkü halkın ruhunda bu yok.”

Y: Bu halk Müslüman bile olamaz, olamadı da. Parayla imtihanında nefsine mukayyet olamadı. Halkın ruhunda eksik olan İslam değil, insaniyet. Hayvanat bahçesiyiz şu an.

A: “Y: Eyüp'te türbanlılarla türbansızlar birbirlerine bakmadan, birbirlerinin farkına bile varmadan dolaşıyorlar.”

Y: Ramazan’da ortalıkta oruç ye, bakalım ne oluyor?

Sonuç:

Bilmez bilmediğini bilmez, anlatsan anlamaz, okumuş cahiller, çıkar odaklarına angaje, entelejensiya örneklerimize bir tane daha ekledik. Hepi topu 10 sayfada ve 100 önermede 50 yanlış yapmayı becerebiliyorlar. (Bu arada küçük ayrıntı hatalar es geçildi.)

Biz ne yaptık?

Dürüst vaka-nüvis olarak kaydımızı tarihe düştük. Doğruyu arayan bulur, aramayanın bir tarafına soksan, gene göremez.

http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=235067

(9 Ekim 2007)